© Yeni Aksaray Gazetesi

EĞİTİMCE RÖPORTAJ -5-

Aksaray’dan 63 yaşında emektar öğretmenimiz Jale Özdal (JÖ) ile mesleki deneyimleri ve pedagoji üzerine röportaj (*)

SY: Jale öğretmenim sizi tanıyabilir miyiz?

JÖ: Ben Jale Özdal, tarih öğretmeniyim. Bir buçuk yıl önce emekli oldum. Aslen Aksaraylıyım. Aksaray’da doğdum ama eğitim hayatım Aksaray’da başlamadı. Babam astsubaydı. Dolayısıyla Türkiye’nin değişik yerlerinde yetiştim. Liseyi Aksaray’da okudum. Sonra üniversite hayatım başladı. Hacettepe Üniversitesi, Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi tarih bölümü mezunuyum.

SY: Nasıl bir öğrenim hayatı yaşadınız?

JÖ: İyi bir öğrenim hayatım oldu. Hem ilkokul, hem ortaokul, lisede ve hem üniversitede değerli hocalarım oldu. Örnek aldığım hocalarım oldu. Ailem, annem, babam gerçekten eğitime önem veren insanlardı. Babam rahmetli astsubaydı. Çok zeki bir adamdı. Okumanın önemini bilen bir insandı. O hep üniversite eğitimi görmek istemiş ama Türkiye’nin o dönemki şartlarında astsubay okuluna gitmiş. Düşünsenize, onüç yaşında çocuk buradan iki arkadaşıyla çıkıyor, Ankara’ya gidiyor, kalacakları yer yok, astsubay okulu sınavlarını kazanıyor. Onlar o zorluklarla okumuşlar ama biz dört kardeşiz, hiçbirimize o zorluğu yaşatmadı. Annem ve babam bize her konuda destek oldular. Mesela okuma yazmama öğretmenim dışında annem yardımcı olurdu. Sonra babam matematik, fen konusunda yardımcı olurdu. İlkokula Konya’da başladım. Çok iyi bir öğretmenim vardı. Ortaokulda, Elazığ Atatürk Ortaokulundan mezunum. Ortaokulda da güzel öğretmenlerim oldu. Babam emekli olunca Aksaray’a geldik. Aksaray Lisesinde benim dönemimde öğretmen kadrosu iyiydi. Eksik öğretmenimiz, boş geçen derslerimiz yoktu. Disiplinli, eğitim seviyesi yüksek bir okuldu. Bu konuda bana ilginç gelen bir durumu paylaşmak isterim. Benim bir amcam kaymakamdı. Aksaray Lisesinin ikinci dönem mezunlarından. Lise son sınıftayken, lise bitirme imtihanları varmış. Liseyi bitirebilmek için derslerin öğretmenlerinin tam olması lazımmış. Üniversite sınavına girecekler. Ama bazı derslerin öğretmeni yokmuş. Bunlar üç arkadaş atlıyorlar otobüse, 1957 mi, 1958 mi tam bilmiyorum, dönemin Milli Eğitim Bakanıyla görüşecekler. Bakan üç genci kabul ediyor. Bunlar kendilerini bakana ifade edebiliyorlar. Biz Aksaray’dan geliyoruz, öğretmenimiz yok, üniversite sınavına gireceğiz, ama öğretmen yok, diyorlar. Bakan da onları kale alıp, ciddiyetle dinliyor, Aksaray Lisesine öğretmen gönderiyor.

SY: Amcanız ve arkadaşlarının bu girişimi diğer arkadaşlarının da lehine olmuş.

JÖ: Tabi tabi, yoksa mezun olamayacaklar, üniversite sınavına giremeyecekler. Bakanın bu üç öğrenciyi kabul etmesi benim çok ilgimi çekti.

SY: Demek ki o dönemin gençleri yüksek mevkilerden değer görüyor.

JÖ: Evet, o dönemki bakanı hatırlamıyorum ama yaşanan çok güzel bir olay.

SY: Tarih bölümünü ve öğretmenliği kendi isteğinizle ve inisiyatifinizle mi seçtiniz?

JÖ: Ben öğretmenliği seviyorum, sevdim.

SY: Kim sevdirdi, bunda etken olan isim kimdi?

JÖ: Öğretmenlerim, onların hal ve tavırları sevdirdi. Kadın öğretmenlere karşı özel bir ilgim, sempatim vardı. Ne giymişler, nasıl konuşuyorlar, ne bileyim her şeyleri ilgimi çekerdi. Onla sayesinde sevdim öğretmenlik mesleğini. Onları rol model aldım kendime. Bir de gerçekten benim öğretmenlerimin hepsi iyiydi. Mesela ben dördüncü sınıfta kabakulak geçirdim. Tabi belli bir dönem okula gidemedim. Bizim sosyal bilgiler dersi vardı. Sosyal bilgilerden yazılı sınav yapılmış. Tabi ben raporluydum. Rapor döneminden sonra öğretmen beni yazılı sınava aldı. Eskiden gazetelerin güreşçilerin hayatları, peygamberlerin hayatları, sanatçıların hayatlarını tanıtan tefrika sayfaları vardı. Ben onları sıkı takip ederdim. Çocuk zihnimle onlar daha kalıcı olmuş, sınavda bir döktürmüşüm, hocanın sormadığı şeyleri de yazmışım. Düşünüyorum ki o zamandan bende tarihe karşı bir ilgi varmış, demek ki.

SY: İlkokul, ortaokul ve lisede unutamadığınız anılarınız vardır. Onlardan bahsedebilir misini?

JÖ: Ben Konya Ondokuz Mayıs İlkokulunda okudum. İlkokul öğretmenim Mükerrem Hanımdı, çok ciddiydi, disiplinliydi, gerçekten iyi bir öğretmendi. Her çocuk öğretmenine hediye vermek ister ya. İlkokul öğretmenime, çocuksunuz ne alabilirsiniz? Sakız alırdım. Sakızın üst parlak kısmını çıkartırdım, öyle verirdim. Farklı hatırladığım bir anım şöyle. İlkokul müdürümüz bir kadındı. Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda kadın öğretmen figürü var ya, öyle biriydi. Bir gün dersimize girdi. Benim yanıma oturdu. Ama ben hiç öğretmenimi dinlemedim. Elimi çeneme koydum, ders boyunca müdire hanımı seyrettim. Bana bir şey demedi. Yalnız dersin sonunda öğretmenime gülümseyerek; Mükerrem Hanım bu kız dersinizi hiç dinlemedi, hep beni süzdü, sorsanız senin anlattığın hiçbir şeyi bilmiyordur ama size kirpiklerimin sayısını söyleyebilir, dedi.

SY: Müdire Hanım sizin dalgın süzmenizde tüm detayları fark etmiş.

JÖ: Evet ama bana hiç tepki vermedi.

SY: İlkokulda yaşadığınız farklı estantene var mı?

JÖ: Öğretmenimi hep öğrencilerime örnek veririm. Şimdiki çocuklar pek sobalı evleri bilmezler. Benim yetiştiğim dönemde kaloriferli ev nedir bilmezdik. Bir gün öğretmenim bizi aldı, sıra yaptı, okulumuzun ilerisinde birkaç sonraki kaloriferli bir binanın kazan dairesini gezdirdi. Burası kaloriferli bina, bu dairelerde soba yakılmıyor, bu sistemle ısıtılıyor, dedi. Bu dediğimiz 1965’ler, Konya kocaman şehir, İkinci Ordu falan var, önemli bir yerleşim merkeziydi. Öğretmenimiz bize nadir olan kalorifer ve kazan dairesini gösterdi. Ben de kendi öğrencilerime sizi sobalı eve götüreceğim, derdim.

SY: Ortaokul ve lisedeki öğretmenlerinizden bahseder misiniz?

JÖ: Ortaokula, sadece kız öğrencilerin eğitim gördüğü Konya Kız Ortaokulunda başladım ama babamın mesleği gereğince kalan kısmını Elazığ Atatürk Ortaokulunda tamamladım. Orada da güzel öğretmenlerimiz vardı. Orada en çok bize feni sevdiren Fen Bilgisi öğretmeni Ahmet Bey var, onu hatırlıyorum. Demek ki beni en çok etkileyen öğretmen o olmuş. Fenim iyiydi. Ben tarih öğretmeniyim ama lisede de fen kolu mezunuyum.

SY: Üniversiteye başladınız, Ankara’ya gittiniz. Anakara’da sizi neler bekliyordu?

JÖ: Ben üniversite sınavına da Ankara Beytepe’de girmiştim. Dönemimde Hacettepe’de bir yılı hazırlık olmak üzere beş yıllık bir eğitim vardı. Sonuçta Aksaray’dan çıkmışız. Daha kapalı bir çevrede büyümüşüz. Büyük bir şehre gidiyorsunuz. Babam asker olduğu için bizde disiplin ve otokontrol fazlaydı. Bu bizim hayatımızın her alanına yansıyordu. Aşırı ilgi, sevgi ve alaka var ama aynı zamanda disiplinde var. Attığımız her adım ölçülüydü. Bu hal üniversitede de devam etti. Hazırlıkta tek dersimiz olduğu için çok zorlanmadım. Hacettepe’de güzel hocalarımız oldu. Üniversitede en etkileyen olay; bölüm başkanımız profesördü, Abdurrahman Çaycı vardı, rahmetlik oldu. Onun odasına bir vesileyle gittiğimde görünce ayağa kalkıp, nezaket göstermesi oldu. Ben daha birinci sınıf öğrencisiyim, lise öğretmenlerimizden böyle bir şey görmediğimiz için adamcağızın bu davranışı, öğrencisine değer vermesi çok hoşuma gitmişti. Çok yadırgamıştım ve bilinç atımda çok etkilenmişim. Aradan kırk yıldan fazla süre geçti, hala unutmamışım. Bu yaklaşım benim de daha sonra öğrencilerime ayağa kalkmama nazik davranmama vesile oldu. Antropoloji kökenli Bozkurt Güvenç hocadan ders aldık. Sosyolojide Nihat Nurun hoca vardı. Ahmet Bilgehan Ercilasun, Bilge Ercilasun, İsen Bilge Togan derslerimize girdi. Hacettepe’de eğitim güzeldi, çok yönlü yetiştirdiler bizi.

SY: Sonra öğretmenlik süreciniz başlıyor. İlk olarak atamanız nereye yapıldı? Sizin dönemde öğretmenliğe geçiş için bir sınav var mıydı?

JÖ: Öğretmenliğe geçiş sınavı yoktu. 12 Eylül döneminden hemen sonra göreve başladım. O dönemde üniversitede öğrenciydim.

SY: Sırası gelmişken, 12 Eylül öncesinde olaylar üniversitenize nasıl yansıdı?

JÖ: Korkunçtu. Hiç yaşanmaması gereken olaylardı. OTDÜ’de mesela sol görüş vardı. Hacettepe’de ise hepsi vardı. Dolayısıyla çatışmaların yoğun olduğu bir yerdi. Bir tek Bedrettin Cömert öldürüldüğünde uzun süreli bir kapanma oldu. Dönem dönem eğitime ara verildi ama ona rağmen eğitim sürecimizi ciddi anlamda etkileyen bir boyuta gelmedi. Ama çok ilginçtir, ihtilal oldu. Normalde hiçbir araya gelemeyecek öğrenci liderleri ihtilalın ertesinde, aynı otobüste, hiç kavga etmeden, kardeşçe kampüse gidebildiler. Sıkıyönetim vardı. Kampüste asker vardı.

SY: İlk öğretmenlik yeriniz neresiydi?

JÖ: Ergani Dicle Öğretmen Lisesiydi. Diyarbakır’da hala ihtilalın etkisi sürüyordu. Mesela depo tayin olarak verdikleri Diyarbakır Lisesinde hala Tomsonlu askerler bekliyordu. Dicle Öğretmen Lisesine babamla gittik. Cuma günüydü, çocukları bayrak töreninde gördüm. O zaman ilkokuldan sonra öğretmen lisesine gelindiği için lise altı yıllıktı. Minik öğrencileri gördüm, çok sevdim. Rahmetlik babam, burası kışla gibi, sen sıkılırsın burada dedi. Ben algılayamıyorum, ama o tecrübeli adam. Müdür beyle tanıştık. Babam, ben kızımı getirdim ama birkaç gün kızımla beraber kalacağız, dedi. Orası eski köy enstitüsüydü. Baba kız bizi eski bir lojmana verdiler. Unutmam, ben yirmibir yaşında tecrübesiz bir öğretmenim, babam eline kâğıt kalemi aldı lojmandaki eksik ve kırık mevcut malzemelerin listesini çıkardı. Sen bunu teslim alacaksın, yarın sana zimmet çıkmasın, dedi. Ben orta kısmın öğrencilerini görmüşüm. Lise kısmının öğrencileri bir hayli büyük, hatta yörenin kültürü gereği bazıları imam nikâhlı evli öğrencilerimiz vardı.

SY: Kaç yıl öğretmenlik yaptınız burada?

JÖ: Beş buçuk yıl öğretmenlik yaptım. Hem de idarecilik de yaptım. Ben Diyarbakır’ı çok sevdim. Tek zorluğu ortaokul kesiminde dili geç öğrenmeleriydi. Çok çalışkandılar ama bölgenin şartları gereği biraz da politize olmuşlardı. Tabi tarih öğretmeni de olunca, ağzınızdan çıkan her sözü tartarak söylemek zorundaydık. O nedenle çalıştığım her yerde bu hususlara azami dikkat ederdim. O dönem öğretmen kökenli öğretmen liselerini yeniden canlandırmak isteyen Öğretmen Yetiştirme ve Eğitimi Genel Müdürlüğü tarafından öğretmen liselerindeki öğretmenleri rotasyonla tekrar öğretmen lisesine atıyorlardı. Böylece 1986 yılında Dicle Öğretmen Lisesinden ayrıldım. Kayseri Pazarören Öğretmen Lisesine atandım. Ama Ergani’yi çok sevmiştim. Şehrin dışında izole bir yerdi. Şehirle irtibatımız şöyle oluyordu. Araç bulmak zordu, hafta sonunda lisenin mavi bir pikabı vardı. Öğretmenler o pikaba biniyorduk, Ergani’de haftalık alışverişimizi yapıp geri dönüyorduk. Ergani’nin o dönemdeki özelliği kadınlar alışveriş yapmazdı. Diğer kurumdaki kadın öğretmenleri bile alışverişte göremezdik. Biz gittiğimizde esnaf, hep sorardı siz öğretmen lisesinin öğretmenleri misiniz, derlerdi. Kadınların alışveriş yaptığı özel yerler vardı. Bir de o dönem her şeyin özellikle gıdanın bulunmasının zor olduğu karaborsa dönemleriydi. Ama esnaf bize sahip çıkardı, yardımcı olurdu. Anadolu insanı, yardımseverdir.

SY: Ergani Öğretmen Lisesinde ilginç hatıranız var mı?

JÖ: Bir gün eli bastonlu tonton bir dede, damadıyla geldi. Babacan Hulusi Kentmen gibi birisiydi. Kendisini emekli öğretmen olarak tanıttı. Kızım dedi, ben buradan mezunum, Ergani Öğretmen Lisesinin kuruluşunda büyük emeğimiz geçti, binaların yapımında çalıştım. Hatta üzerine ismimim baş harfini işaretlediğim bir köşe taşını duvarların birine yerleştirdim. Onu bulmak istiyorum dedi. Epeyce aradık, en sonunda konferans salonunda bulduk.

SY: Bir öğretmen okulu nasıl işler? Hayat nasıl idame edilir?

JÖ: Bu tür yatılı öğrencilerin kaldığı yerlerde görev yapmak çok zordur. Kadın öğretmensiniz. Kız öğrenciler var ama yakın civardan olduğundan gündüz gelir, dersten sonra geri akşam evlerine giderler. Yatakhanede erkek öğrenciler kalır. Gece nöbeti olduğunda odalara girme şansınız yok. İçerde bir sorun yaşansa girmezsiniz ama olan olaydan sorumlu tutulursunuz. Şu belirtmeliyim ki, o dönem yatılı okulda her şeyi öğrenciler yaparlar. Okulun temizliği, yatakhanenin temizliği, nöbetleşe bulaşıkların yıkanması vesaire. Cumartesi derslik, Pazar günleri yatakhane yıkanır.

SY: Bu uygulama eski bir köy enstitüsü geleneği midir?

JÖ: Hem ondan hem de temizlik elemanı yetersizliğinden. Dolayısıyla öncü olmak adına öğrencilerle ben çok okul yıkadım. Çocuğa yap derken sizin ayakta dikilip, seyretmeniz olmaz. Mecburen bir ucundan tutmanız, onlarla beraber yapmanız gerekir. Okulun bahçede üretimi de vardır. Personel yetmediğinden öğrencilerle ayçiçeği yolarsınız. Unutmadan bahsetmek isterim; Diyarbakır Ergani Öğretmen Lisesinde çok güzel olimpik yüzme havuzu vardı. Hatta o sene bizi olimpiyatlarda temsil eden bir yüzücü öğrencimiz vardı. 1938’lerde yapmışlar ama artık eskimişti. Okulun piyanosu vardı, pikapları vardı. Benim dönemimde inek beslenmesi hala vardı, tavuklar vardı, buğday, arpa üretilirdi. Okulun sebze bahçesi vardı, üretime dönük her şey yapılıyordu. Döner sermaye ile satılıyordu, biz de alıyorduk. Ergani’de okulumuza yakın yerde Anadolu’nun ilk köy yerleşkesi Çayönü mağaraları vardı. İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümünde meşhur bir hoca vardı, Profesör Halet Çambel kazı çalışmalarını yönetiyordu.

SY: Pazarören’e gelişiniz nasıl oldu?

JÖ: Ergani’den Pazarören’e gelmemiz, Türkiye’nin en sıcak yerinden en soğuk yerine gelmek gibi oldu. Orası bir nahiyeydi. Orada da ilk çağ dönemine ait eserler vardı. Melikgazi türbesi vardı. Okulun fiziki ortamı çok kötüydü. Önce öğretmen okulu olmuş. O zaman güzelmiş. Öğrenciler çok zeki, çok çalışkan öğrencilerdi. Öğretmen lisesi olduktan sonra ihmal edilmiş. Kayseri’de çalıştığım dönemde İngilizce hazırlık konuldu ve Anadolu Öğretmen Lisesi oldu. Bu dönüşümle birlikte orada çalışmam benim için avantaja dönüştü, nokta tayin ile Aksaray Anadolu Lisesine geldim.

SY: Pazarören’de kaç yıl çalıştınız?

JÖ: Pazarören’de dört yıl çalıştım. Oraya annemle gitti. Orası nahiyeydi, okul eski bir köy enstitüsüydü ama lojmanları oldukça yıpranmıştı. Ergani Öğretmen Lisesinin lojmanları daha bakımlıydı.

SY: Yatılı öğrencilerin ihtiyaçları devlet tarafından mı karşılanırdı?

JÖ: Evet, öğrencilerin yeme içme, barınma, giyim kuşam, kırtasiye, kitap ve ceplerine cüzi de olsa harçlıkları devlet tarafından sağlanırdı.

SY: Pazarören’den sonra Aksaray’a mı geldiniz?

JÖ: Evet, Aksaray’a geldim. Çok yer gezdim. Babam rahmetli sen asker kızısın, vatan topraklarının her yerinde görev yapmak zorundasın derdi. Ben tekrar ilçedeki yatılı okullara verirler diye düşünüyordum.

SY: Aksaray ilk Anadolu Lisesi Hazım Kulak Anadolu Lisesiydi.

JÖ: Evet, ama yeri şimdiki Kılıçaslan Ortaokulu’nun yanındaki küçük binaydı. İlk açıldığında iki şube alıyordu. Yeni yerine 1990 yılında geçti. Hazım Kulak tarafından tahsis edilen arazi üzerinde kuruldu. Ben orada yirmisekiz yıl çalıştım. Gelir gelmez kadın idareciye ihtiyaç olması nedeniyle müdür yardımcılığı yaptım. Biz çekirdekten, mutfakta yetişerek, usta çırak ilişkisi ile idareciliği öğrendik. Pazarören’de de idarecilik yapmıştım.

SY: Hazım Kulak Anadolu Lisesindeki görev süreciniz çok uzun. Orada yaşanılan anılar, estanteneler var mı?

JÖ: Ben okulun kuruluşundan itibaren var olan canlı tarihçisiydim. Okulun taşınması, duvarlarının örülmesi, ağaçların dikilmesinde her zaman vardım. Hazım Kulak Anadolu Lisesi kurulurken herkeste bir heves, gayret vardı, bir beraberlik olayı vardı. Planıyla, projesiyle farklı bir okul. Aksaray’ın başarı hikâyesini yazdığı bir okuldu. Üniversite gibiydi, çok demokratik bir ortam vardı. Aksaray’ın yüz akıydı. Üniversite sınavlarında Türkiye birinciliği vardı. Komposizyon yarışmasında birinciliğimiz vardı, Cumhurbaşkanı Demirel’den aldık ödülümüzü. Öğrencilerimiz iyi yerlere geldiler. Zaten Aksaray Barosundaki avukatların çoğunluğu hep bizim öğrencimizdir. Hem kendi memleketim olması, öğrencilerin ailelerini yakinen tanımam nedeniyle her şeyini biliyorum. Çok öğrenci geçti eğitimimizden. Beklentileri yüksek olan ailelerin öğrencileriydi. Düşünsenize, bir düğüne gittiğimizde, öğrencilerimiz güler yüzleriyle yaklaşırlar. Bizim tek gurur kaynağımız budur. Yoksa öğretmenlik sosyal statüsü çok yüksek olan bir meslek değil, öyle paramız pulumuzda çok değildir, yalnızca beşeri sermayemiz vardır. Bizi mesleğimizle mutla eden şey öğrencilerimizin halimizi hatırımızı sorması, vefa duygusudur. Bugün hala Diyarbakır’dan arayan öğrencilerim var.

SY: Aksaray Anadolu Öğretmen Lisesinde de çalışmanız vardı.

JÖ: Evet, orada üç ay kadar kısa bir süre çalıştım. Sonra Müdürlük sınavına girerek, birinci olarak kazandım ve Aksaray Fen Lisesinin Müdiresi oldum.

SY: Aksaray Fen Lisesi, buranın gözde okullarından birisi.

JÖ: Evet 1994 yılında açıldı. Açılışına katılmıştım. Cumhurbaşkanı Demirel ve Başbakan Mesut Yılmaz gelmişlerdi. Kurucu müdürden sonra ben ikinci idarecisiydim. Burada dört yıl çalıştım ve bir buçuk yıl önce de emekli oldum. Fen liseleri özel okullar, öğrencileri de özel öğrenciler. Ama genel olarak son dönemlerde onlara da gerekli önemin verilmediğini düşünüyorum. Eksikleri çok, şartları ağırdı. Hatta bir hatıram var. Okulun ihtiyaçları var. Yeni müdireyim, aradım bakanlığı, samimi bir şekilde meramımı izah ettim. Bana yeni müdire misiniz, diye sordular. Evet, dedim. İhtiyaç listenizi gönderin, taleplerinizi karşılayacağız, dediler. Gönderdim, listedeki malzemelerimizi gönderdiler.

SY: Bir dönem Aksaray’ın başarısı yüksekti.

JÖ: Evet, Türkiye birincisi çıkardık ama devlet okulu olmanız nedeniyle, öğrencilerinize özel okullar çengel takıyorlar. Özel okullar sizin öğrenciniz üzerinden reklam yapmak istiyorlar. Çocuklar, akran dayanışması içinde olduklarından sizi, anne babayı dinlemiyorlar. Ne kadar rehberlik de yapsanız, bir noktadan sonra akranları daha etkili olduğundan birbirinin fikirlerini çelebiliyorlar.

SY: Öğrencileriniz güzel yerlere geldiler.

JÖ: Evet, çok güzel yerlerde, başarılı öğrencilerimiz vardı. Bizleri ziyarete gelirlerdi. Mesela, Akdeniz Üniversitesinde Organ Nakli biriminde bir doçentimiz vardı.

SY: O dönemin öğrencileri tutum, davranış ve değer yargısı açısından şimdiki jenerasyondan bir farkı var mıydı?

JÖ: O dönemde öğrencilerimizi ilkokuldan itibaren alıp, o motivasyonla yetiştiriyorduk. Ama daha sonra getirilen sekiz yıllık zorunlu eğitim sistemiyle bizim hazırlık ve ortaokul kadememiz kapatıldı. En zeki çocukları ilkokuldan alıp hazırlıkla birlikte yedi yıl okutuyorduk. İlkokuldan itibaren donanımlı, başarılı öğrenciler geliyordu. Bize hazır bulunuşlu yeterli öğrenci gelmedi. Ondan sonra Anadolu Liseleri eski cazibesini kaybetti. Oysa 1991 yılındaki kredili sistem Aksaray’ı zorladı, ama hiç boşluk oluşturmadan en iyi uygulayan ve verim alan okul Aksaray Anadolu Lisesi olmuştu. Diğer yandan 4+4+4 sitemiyle öğrenci profili ve başarısı da değişti. Bu sistemden önceki öğrenciler daha başarılıydı. Davranışları daha olumluydu.

SY: Öğretmenlerle ilgili bir değerlendirme yapsak, babanızın da bu anlamda bir telkinatı var. Anadolu’nun her yerinde çalışmaya hazırdınız. O dönemin öğretmenleri ile şimdiki öğretmenler arasında fark var mıdır?

JÖ: Fark var. 1959 doğumluyum. O dönemin eğitim sisteminde yetişmiş bir isimim. Yetiştiğimiz dönemde biz anlayışı vardı, ben anlayışı toktu. Kolektif çalışma, takım ruhu vardı. Biz yaptık, bizim için, hepimiz için anlayışı vardı. Ama 1980’den sonra yetişen kuşakta eğitim anlayışımız değişti. 12 Eylülden sonraki kitaplarda hep bireysellik ön plana çıkar. Ben önemliyim, kişisel gelişim kitaplarında benden başkası yok anlayışı empoze edildi. Burada doğrudan öğretmenleri de suçlamamak lazım. Bu o sistemin, çağın bir getirisidir. Şimdiki gençlerden bizim gibi düşünmesini bekleyemeyiz, bizim gibi yetişmedi, onlar. Biz varlığı da yokluğu da biliyoruz. Ama onlar her şeyin hazırına kondular. Ellerinin altında her yere uzanabilecek teknolojiler var. Ben arabaya otuzlu yaşlarda bindim, bilgisayarı otuzlu yaşlarda kullandım. Ama şimdi çocukken arabaya biniyor, doğar doğmaz bilgisayarı kullanma şansına sahipler. Yetişme tarzımız, motivasyonlarımız farklı, dolayısıyla da değer yargıları farklı. Kırk yıl önce ile şimdi çok mesafe kat ettik. Kırk yıl önceki Jale Özdal ile şimdiki arasında dağlar kadar fark var. Lisede beraber çalıştığımız sonradan bakanlık müfettişi olan Şemsettin Yıldırım vardı. Onunla aynı dönemde teftiş geçirdik. İdareci olarak maaş karşılığı girmemiz gereken ders saati on saatti. Müdür yardımcıları olarak her birimiz yirmi saatin üzerinde fahri derse giriyoruz. Müfettişler, hem idarecisiniz, hem bu kadar fazla derse giriyorsunuz, biz sizin gibi görmedik, siz kahramansınız dediler. O zaman öyleydi. Şimdi bir öğretmene ücret almadan bir saat fazla ders verseniz kabul eder mi?  Anadolu Lisesini kazanan üç öğrencimiz, o kadar beklemememize rağmen kaydını yaptırmaya gelmemişti. O tarihlerde online kayıt yok, nüfusa dayalı adres sistemi yok, öğrencilere ulaşabileceğimiz cep telefonu yok. Müdür yardımcımız ve İngilizce öğretmenimiz Halit Bey, bunlar ekonomik durumu olmayan öğrencilerdir, biz bunları bulalım dedi. Öğrenciler okulu paralı diye düşünmüşler. Anadolu Lisesinde hazırlık sınıfında İngilizce kitapları çok pahalıydı. Telefon rehberinden soy isimlerden yola çıkarak üçünü de bulup, okul aile birliğinden onlara katkı verilerek, eğitim sürecini tamamlamalarını sağladık. Hatta o çocuklardan birisi Japonya’ya gitti. Pazarören’den iki öğrencimden Mustafa Ardıç, Aksaray Üniversitesinde, Mustafa Böyükata ise Bozok Üniversitesinde profesör oldular. Gurur verici bir durum.

SY: Duayen bir öğretmen olarak öğretmen adaylarına mesajınız nedir?

JÖ: Ben kendimi duayen bir öğretmen görmüyorum. Duayen denince gözümde daha farklı bir figür canlanıyor. Galiba sevmek lazım, benimsemek lazım. Bir de mış gibi yapmamak lazım, Yapıyor gözükmemek, yapmak lazım. Dürüst, samimi olmak lazım. Zaten öğrenci yapmacı olanı fark eder, gerçekten algılar.

SY: Gençlere nasıl bir mesaj vermek istersiniz?

JÖ: Aslında son olaylara çok üzülüyorum. Bu çocukları, kuşak farkı nedeniyle gerçekten anlamıyoruz biz. Aksaray’da Fen Lisesi öğrencisi, benim de akrabam, el bebek, gül bebek, başarılı bir öğrenci, hiçbir sebep yok, intihar edip, pat diye gidiyor. Geçtiğimiz ay bizim fen lisesinden öğrencimiz tıp fakültesinde okuyordu. Kayseri’de viyadükten atladı. Bu hafta Elazığ’da tıp fakültesi öğrencisinin canına kıyması. Çocuklarımızı tanımıyoruz. Anne baba da tanımıyor, öğretmen de tanımıyor, üniversitedeki hoca da tanımıyor. Tanıma şansımız da yok yani. Ruhlarını doyuramıyoruz.

SY: Çukurova Üniversitesinden Profesör Mine Mengi vardı. Bir konferansında biz çocuklarımıza acıkmadan yemeyi, üşümeden giymeyi sağladık, ama hayatla başa çıkabilecek donanımı sağlayamadık demişti.

JÖ: Sorumluluk duygusu veremiyoruz. Babam 13 yaşında arkadaşıyla çıkıyor, astsubaylık sınavına giriyor, hayata atılıyor. Şimdi çocuklarımızı ekmek almaya gönderemiyoruz. Babam astsubay okulunda mezun olduğundan Kore’ye savaşa gitmiş. 17 yaşındaymış, dilekçeyi yazmış, komutanı kızmış senin yaşın küçük al dilekçeni git buradan demiş. Mahkeme kararıyla yaşını büyütüp, Kore’ye gitmiş. İki gün, 48 saat suyun içinde beklemişler. Böbreğinin birini kaybetmiş. Bunlar idealist insanlarmış. Onlar o yokluktan gelmişler. Ben eğitim hayatımda o yoklukları görmedim. Her şeyimiz tamdı. Kabiliyetlerim ölçüsünde ilerleyebildim. Bizde de dershane yoktu. Gireceğimiz sınavın kodlamasını bile bilmiyorduk. Aksaray Lisesinin baş muavini vardı, Dursun Mengi, sınıfta bize nasıl kodlayacağımızı beş tane yuvarlak çizerek göstermişti. Matematik öğretmenimizin öğrettiği matematikle sınavda kendimize güven gelmişti. Öğrenmeyi çok severdim, hala seviyorum. Öğrendiğimi öğretmeyi seviyorum. Kitapla, dinleyerek, izleyerek her yolla bir şeyler öğrenmeye çalışırım. Çok kitap okuyordum. Babam askeri kütüphaneden kitap getirirdi. Öğrencilik yıllarımda klasikleri okudum. Kadın kütüphane memuru babamla bana uygun kitapları gönderirdi, ben de okurdum. Bakınız, ben John Steinbeck'in Gazap Üzümlerini ortaokulda okudum, ödev yaptım, lisede okudum, ödev yaptım, üniversitede okudum, Bozkurt Güvenç hocama ödev yaptım. Hepsinde farklı şeyler anladım. Şimdi yine okumak istiyorum. Okuduğum kitapları tekrar dönüp okumak istiyorum. Öğrenmek, merak etmek farklı bir şey. Bir ara aklımı Benle ilgisi olmayan bir şeye, DNA’ya taktım. Konu benim için yeniydi. Aksaray Üniversitesinde Cumhur Bey vardı. Bizim öğrencinin de velisiydi. Sohbet ederken konu açıldı ben de sordum. Bana klonlamayı anlatmıştı. Dinledim ve öğrendim. Bir diğer gözlemim, erkek öğrencilerden çok kız öğrenciler okuyor. Netflix’e abone oldum ama film seyredemiyorum. Niye seyredemiyorum? Kendimi hapsedilmiş gibi hissediyorum, düşünemiyor gibi, kalıplara sokuyor gibi hissediyorum. Dış dünyadan, doğal ortamdan kopuyor, kendimi uyuşmuş gibi hissediyorum. Tıpkı çocuklar da böyle telefonla doğal ortamdan ayrılıyor, kendilerine kurduğu dünyaya dalıyorlar. Aileleriyle vakit geçiremiyorlar, kendilerini okul dışında odalarına hapsediyorlar. Yeğenlerden biliyorum, her biri kendi odasında aileyle ilgilenmiyorlar, aynı çatı altında birbirini görmüyorlar. Nasıl olacak bilmiyor, insan üzülüyor. Aslında bununla beraber tamamen şimdiki çocukları kötülemek de doğru değil. Avantajları da var, hayatı sorguluyorlar, basmakalıp düşüncelere takılmıyor, sorgulayan bir nesil geliyor. Mesela biz taşıdığımız kültürel kısıtlarla sorgulama yapamazdık. Körü körüne biat etme kültürü yok, hakkını arıyorlar, eleştiriyorlar. Ama bazen kantarın topuzunu kaçırıyorlar, adap, usul erkânı aşabiliyorlar, üslubu kaçırabiliyorlar. O nedenle çok da karamsar değilim, gençlerden ümitliyim doğrusu.

SY: Bize zaman ayırdığınız ve hoş sohbetiniz için teşekkür ederiz.

JÖ: Bu güzel sohbete vesile olduğunuz için biz teşekkür ederiz. Ayağınıza sağlık.

-----------------------------------

(*) Röportaj: Prof. Dr. Süleyman Yılmaz, ASÜ Eğitim Fakültesi

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER