© Yeni Aksaray Gazetesi

EĞİTİMCE RÖPORTAJ -7-

Ankara’dan 77 yaşında resim sanatının duayen isimlerinden Profesör Hasan Pekmezci (HP) hocamız ile eğitim, akademi, sanat ve mesleki deneyimleri üzerine röportaj (*)

SY: Sevgili Hasan Hocam sizi tanıyabilir miyiz?

HP: Öncelikle böyle bir söyleşi dizisi çok anlamlı bir çaba. Bu alana yaşamlarını adayan eğitim emekçilerinin anılması bir vefa örneği. Candan kutluyorum sizleri. Konya’nın Beyşehir ilçesinin, Manastır Kasabasında, sonradan değiştirilen adıyla Üzümlü’de 1945 yılında doğmuşum. İkinci Dünya Savaşı’nın acımasız insan kıyımının dünyada yarattığı kaos içinde. 1951 yılında çok genç yaştaki anamızı kaybettik, yetim büyümüş anam 25 yaşındaydı öldüğünde ve en büyüğü ben, üç oğlan çocuğu için anasız, ardından üvey analı günler başladı. Sırayla açlık, ilgisizlik, sevgisizlikle iki küçüğümü kaybettim. Sözcüğün tam anlamıyla acılarla, acımasızlıkla, travmalarla dolu bir çocukluk. Sıra bana gelmek üzereydi ki, Köy Enstitüsü mezunu Mehmet Çıpan adlı genç bir öğretmenin ilgisi, yönlendirmesi ve desteği ile İvriz diye bir yer olduğunu öğrenmeye başladık, köy çocukları olarak. İki aşamalı bir sınav sistemi vardı o zamanlar. Ayırmanın, kayırmanın olmadığı, adam gibi adamların yaptığı ve değerlendirdiği sınav gibi sınavlar. İlk sınav ilçelerde yapılıyordu, ama İvriz’de değerlendiriliyordu. Sınav sonuçlarını beklerken ve açıklanıncaya kadar işittiğim sözlerdi üvey anadan: “Bu uyuşuk mu gazanacak intamları, Bu seme mi gazanacak. Boşuna bekleme, sen. Çoban bile olamassın ki!” Hem de yirmi dört saat duyduğum sözdü. Sınavı kazanan birkaç çocuktan biriydim. Sıra Ereğli’de, İvriz’de yapılacak ikinci sınava gelmişti; Köyümüzden çok uzaktı ve en az dört günü yolda geçiyordu. Üç dört gün de sınavlar olunca uzun bir süreyi kapsıyordu; “Boşuna oralara mesarif etmeye değer mi? Hem de para nerdee” Diyordu üvey ana, babama. “Gidemessin oralara!” Çocuk aklımla, uyuşuk sıfatımla sınava gidilecek günün bir öncesi, evden kaçmayı düşünebildim. Benimle birlikte birinci sınavı kazanan bir arkadaşımın babası, Bakkal Amet amca çocuklarını okutmaya çok meraklıydı, beni de severdi. Onların evine sığındım. Evin anası bana da (iç çamaşırı gibi) ihtiyaçları bildiği için diğer çocuklarının pijamalarından bir bohça hazırladı. Sabah onun oğluyla birlikte önce Beyşehir’e, oradan Konya’ya. İlk kez gördüğüm Konya’da Beyşehirliler Hanında bir gün kalarak, ertesi sabah erkenden Ereğli’ye ve akşamüzeri İvriz’e. Uzun ve yorucu bir yolculukla. Yoruculuğu, beni arabaların tutması ve perişan etmesi, yemeden, içmeden, perişan bir yolculuktu. O haldeyken tam üvey ananın dediği gibi “seme bir oğlan” olarak sınavlara girdim.

SY: O tarihte İvriz sizin için bir kurtuluş, bir ümit kapısı olmuş sanırım.

HP: İvriz, anlatılmaz bir duygu ile bir kurtuluş kapısı olarak gördüğüm bir yer. Çünkü köyde başka okul yoktu. Okuma olanağım ve olasılığı da. Yemyeşil meyve ağaçları arasında sınıflar, spor sahası, süs havuzları, bahçeli evler ile şirin bir kent gibiydi İvriz. Devasa bir yemekhanede bize verilen üç öğün yemekler. Alışkın olmadığımız ve belki de ilk kez doyarak bir beslenme. Bizim için hazırlanan, sınav günlerinde kalacağımız yatakhaneler ve hepimize ayrı ayrı yataklar. Köyde bir yerlere kıvrılıp yatan benim için her şey küçücük beynimde yüzlerce hayaller kurduran masal dünyası. Bu sınavlardan kısaca söz etmeliyim; Köy Enstitüleri Anadolu’yu satranç masası gibi parselleyip bölgelere ayırmış. Her okulun öğrenci aldığı havza ayrı. Sınav için okulun öğrenci aldığı bölgelerden, köylerden gelen çocuklar ve velileri üç-dört gün okulda misafir ediliyordu. Yemekhane, yatakhane ona göre düzenleniyordu. Böylece, sınav süresince dışarılara yer arama sorunu yaşatılmıyordu velilere de. Yazılı sınavların yanında mülakat yapılıyordu; öğretmen adayı öğrenciyi çeşitli yönleriyle tanıma açısından çok önemli olduğu söyleniyordu bize, oradaki öğrenci ağabeylerce. “Aman dikkat edin, köyde kullandığınız sözcükleri iyi düşünerek kullanın” gibi uyarılarla. Büyükçe, ürkütücü bir salonda, bir masada dört öğretmen. Her biri ayrı ayrı sorular sordular bana. Dördünün birden bakışları, incelemeleri arasında eli ayağı dolanan bir köy çocuğu. Kazandım bu sınavı da sığındığım evin oğlu ile birlikte bizim köyden, köy Enstitülü öğretmenin yetiştirdiği üç çocuktuk okulumuzdan kazanan.

Bu sınava gideceğimiz gece köyümüzde benim adıma yaşanan bir konuyu da anlatmalıyım: Köyün saygın insanlarından biri olan Ciroğlu Memet Dayı ile Bakkal Amet amcanın köy kahvesinde babamı nasıl sıkıştırıp, “Bu çocuğun okumasına mani olma” uyarısını yaptıkları, Babamın “benim onu okutacak halim yok, geride diğer çocuklarım var” lafı üzerine akıllarına gelen bir çözümü kabul ettirmeleri. Bunları sonradan öğrendim. Ciroğlu Memet Dayı, “Bu çocuğun rahmetli anasından kalan bir ev hissesi var.  Onu şimdi içinde oturan Kasap Şevket’e satalım, o para ile okutursun.” O gece bu hisseyi satıyorlar; parasını babama veriliyor, oradan aldıkları yirmi lira ile benim İvriz yol paralarım sağlanıyor. Okumamı çok isteyen rahmetli anam yine imdadıma yetişiyor.

SY: Hocam İvriz Köy Enstitüsünde eğitim hayatına başlamanız nasıl gerçekleşti?

HP: Sınava giren bütün köy çocukları büyük bir binanın devasa merdivenlerinin dibinde beklemeye başladı. Benim gibi velisi, yakını olmayan pek yoktu sanırım. Veliler ve yakınları çocuklarından daha heyecanlı üstelik. Merdivenlerin en üstündeki girişte elindeki kâğıtlardan kazananları okuyan bir öğretmen.  Adı okunan hızla bu merdivenleri çıkıyor, ana-babalarında nasıl bir sevinç. Ben heyecandan adımın okunduğunu bile duyamadım, yanımdakiler; “Lee senin adın okunuyooo” dedikleri için fırladım, çıktım. İçeride yemekhanenin girişinde, duvar dibinde sıraya sokuluyor, büyük öğrenciler tarafından. Orada tekrar adlar okunarak kontrol ediliyor. İçeride, önünde sıraya konulan duvarda devasa bir Atatürk tablosu vardı. Şaha kalkmış at üstünde üniformalı Atatürk. Acaba sahiden kazandım mı, adım burada okunacak mı, ya okunmazsa… kaygılarının yarattığı heyecanımı yenmek için onu incelemeye başladım. Resmin altında Nuri Hiçler yazıyordu: Resmi yapan kişinin adı. İşte bu merdiven beni, benim gibi pek çok köy çocuğunu geleceğe taşıyan, kimilerini alanının zirvesine ulaştıran bir simgedir-semboldür benim hayatımda. Bugüne kadar pek çok resmimde bu merdivene gönderme sayılan altın yaldızlı merdivenler yaptım. Uluslararası sergilerde sergilendi. Paris, Brüksel, Köln, Rusya-Kazan, Bakü, Ravalpindi, Kore, Cezayir, Uganda gibi kentlerde, ana karalarda. Ya bu merdiveni çıkamasaydım?

SY: Sizin için Genelde Köy Enstitüleri, özelde İvriz, neyi ifade eder?

HP: İvriz işte böyle bir sıkıntılı, karabasanlı günlerden sonra kazandığım sınavla benim kurtuluş ve özgürlük alanım oldu. 13 yaşında bir çocuk için açlık, itilip kakılmışlık dâhil pek çok dertten kurtulma kapısı. Okul elbette sadece bina, maddi olanaklar değildi. İçini dolduran her biri seçilmiş, yetkin eğitimcilerin rehberliğinde, gecesi-gündüzü öğrenci, eğitim, kültür olan güçlü bir etkileşim, iletişim alanı. Kendi iç ritüelleri ile yirmi dört saat dinamik bir eğitim atmosferi. Bu okulların iyi bir eğitimle sağlam temel oluşturma, ilkeleri vardı. Öncelikle eğitimin en önemli öğesi olan öğrenciyi analiz edecek şekilde tanıma çabaları. Bunlardan birini zaman zaman yazdım,  konferanslarımda anlattım: Bu nedenle her öğretmenim için birer ikişer makale yazacak kadar anlatabileceklerim var. Çoğunu da yazdım zaten zaman içinde. İlk derslerden birinde resim öğretmenimiz Mehmet Karaman Bey “Köyden yeni geldiniz, özlemeye başlamışsınızdır, bugün köyünüzle ilgili ne düşünüyor, hayal ediyorsanız onunla ilgili bir resim yapın” dedi.  Herkese boyaları, resim kâğıtları dağıtıldı.  Ben çobanlık yaptığım için en çok kurtlardan ve domuzlardan korkardım. Çünkü bizim oralarda dağlarda sürü halinde dolaşırlardı. Ormanda bir kurt resmi yapmaya başladım. Kâğıt üzerinde oynadıkça resim kirlendi, tiftiklendi. Panik içinde kaldım, kim bilir nasıl bir tedirginlikse durumu hemen fark eden öğretmenim benim bulunduğum yere doğru gelmeye başladı. “Eyvah dedim, ya döverse, ya azarlarsa”. Tokat yemeye, hırpalanmaya alışkındım, evimizden dolayı, ama burada sınıfın içinde, arkadaşlarımın yanında. İyice büzüldüm, sıranın altına gireceğim neredeyse. Ben tokat yemek için beklerken; Sol yanımdan resmime bakarak, “Aferin oolum, ne güzel bir resim bu” sesi. Bütün sınıf benim bulunduğum yere, bana bakıyor. “Bu resmi hemen pencerenin içine koy, kurusun, sonra resim panosuna asacağız.” Ben yeniden dirilmeye, başladım. Öğrencilerin yaptığı taş binaların masa gibi geniş pencerelerine koydum resmimi. Bu “Aferin oolum” sözü benim hayatımı değiştiren, bu günlere taşıyan moral kaynağım oldu. O günden sonra resim bütün zamanlarımı alan bir ilgi alanı haline geldi. Bütün ilgi alanım içinde çok zayıf olduğum matematik gibi dersler yüzünden sınıfta kaldım. O zaman borçlu geçme, not ortalaması gibi kurtarıcılar da yoktu. Tek dersten de kalınıyordu. Yalnız ben değil, sınıfımızın yarısı ile. Bunu sonraki yıllar içinde çok olumlu değerlendirdim, en azından ikinci yıl kimliğimle uyuşan alanlarda ön plana çıkabilme olanağı verdi. Resim alanında önde gelen bir öğrenci sayıldım. Adım “Resimci çocuktu”.

Bu okulların bugün de çok beğendiğim, eğitimin olmazsa olmazı saydığım temel özelliği her öğrencinin bir ya da daha fazla ilgi alanını keşfetmek ve bunun geliştirilmesi için fırsatlar, olanaklar yaratmak; hatta bu gibi öğrencileri bir nevi korumaya almaktır. Matematikçi, fenci çocuk, şair çocuk, müzikçi çocuk, sporcu çocuk, tarihçi çocuk gibi. Saydığım bu alanlarda çok sayıda öğrenci yetişmiş ve Türk eğitim alanında, sanatında, sporunda, akademik yaşamında önemli görevler üstlenmiştir. Bu bağlamda ilk yıldan sonra diğer alanlarda da aktif, basketbol oynayan, piyeslerde rol alan, edebiyatla ilgilenen bir öğrenci profili çizmeye başlamıştım ama resimdeki belirgin başarım sayesinde matematik gibi derslerde hep öğretmenlerimin yoğun hoş görüsünü yaşadım.

SY: İvriz’den unutamadığınız hatıralarınız nelerdir?

HP: Şimdi anlatacağım konuda da çok sayıda yazım yayınlandı. İvriz’e kayıt için vesikalık çekilmişti. Yıllar sonra onun Arap denen kopyasını buldum; pozitif baskısını yaptım. Kızlarım gördüler bu portreyi, “Bu kim baba?” dediler, “Benim” dedim. “Nasıl olur, bu sana hiç benzemiyor ki” dediler. “Nasıl benzesin; üzerindeki ceket, gömlek fotoğrafçının. Kravat fotoğrafçının; içinde cıbıl ben varım sadece, bir kemik torbası, patlak gözlü, kepçe kulaklı bir oğlan.” Bir büyüteç verdim ellerine, onunla bakın diye.  Baktılar, “Yok, bu sen değilsin”, dediler. “Bir de kulaklarına bakın” dedim. Kulağımdaki yırtığı biliyorlar, öyküsünü bilmeseler de. “Aaa bu senin kulağın gibi” dediler. Bir bana, bir ellerindekine bakıyorlar bir anlam aramaya çalışarak. Kulağımda bir yırtık var, üvey dedemin ceza için kulağımı çekmesinin izi. Ceza için kulağımın etli kısmını yırtmış, koparmış. Bu fotoğraftan dört beş ay sonra çekilmiş bir başka fotoğrafım daha var o günlerden, siyah-beyaz. Ona bakar bakmaz “Bu sensin” derler. Afili bir poz içinde üzerinde yepyeni, devletin verdiği, kendinin olan takım elbisesi, bembeyaz gömleği, Beykoz kundurası ile. Bu dört beş ay içinde ne değiştirdi, değişti bu kadar? Çok şey değişti kuşkusuz; önce karnı doymaya başladı, ardından adam yerine kondu; bilgiler, görgüler, başarılı örnekler, sosyal etkinlikler, dostluk, arkadaşlık bilinci,  beynini, kimliğini beslemeye başladı. Ezik büzük bir çocuktan bir kimlik oluşmaya. Kendine güvenli, alanına devletine, ülkesine, geleceğine, çağdaş yaşama güvenli.

 SY: Hocam Köy Enstitülerinin işleyişi, program etkinliklerinden bahsedebilir misiniz?

HP: Bilindiği gibi Köy Enstitüleri yasal olarak 1954 yılında “Altı yıllık Öğretmen Okullarına” dönüştürüldü.  Yasa değişmiş olsa da temel bazı ilkeler, ritüeller, okul içi atmosfer, etkileşim, iletişim; sınırlı olmakla birlikte iş alanları,  resim atölyeleri, müzik salonları, tarım alanları çalışmaları belli disiplinlerle; seçilmiş öğretmen kadroları gözetiminde devam ediyordu. Öğrencilerin etkinlikleri, sabahları halk oyunları, sporlar, tiyatro, sanat etkinlikleri, müzik alanı olduğu gibi öğrencilerin yaşamında yer alıyordu. Bu nedenle Köy Enstitüsü kapatılınca her şey bıçakla kesilmiş gibi tersyüz edilemedi. Kaldı ki bu sistem politik kadrolaşmalara doğru gittikçe azaldı ama 1970’lere kadar belli disiplinlerle devam etti. Bu okulların sonu öğretmen liselerine dönüştürülmesidir ki aynı zamanda öğretmenlik mesleğinin kırk yamalı bohçaya dönüştürülmesinin de başlamasıdır. Daha önce belli bir silsile içinde sadece dört beş kaynaktan öğretmen yetişirken bir araştırmaya göre altmıştan fazla kaynaktan öğretmen gelmeye, atanmaya başladı okullara. Her biri farklı sesler çıkaran gürültülü bir koro gibi. Çocuğunuzun, torununuzun bunlardan birine düştüğünü düşünün. Bu altı yıllık bir eğitim dizgesi öğrenciyi çok yönlü tanıma, yönlendirme, değerlendirme fırsatı veriyordu. Örneğin; ilk üç yılda resim ve müzik alanlarında başarılı olanların İstanbul Çapa Öğretmen Okulu bünyesinde 1947’de açılan Resim ve Müzik Seminerine seçilmesiyle bundan sonraki eğitimini orada bu alanlarda yetkin sanat insanlarının eğiticiliğiyle devam etmesini sağlayan bir uygulama vardı. Adeta yarış halinde bir çalışma temposu yaratan. Ben de bu alana seçilen ve Çapa’yı mutlaka kazanacak gözüyle bakılan bir öğrenci haline gelmiştim. 1962 yılında bütün öğretmen Okullarından seçilerek gelen adayların katıldığı ve on iki öğrencinin resimden, on iki öğrencinin de müzikten kazanabildiği bu sınavları kazanarak İstanbul’da okumaya başladım. Öğretmen okullarında bu resim ve müzik alanına yönlendirme yanında bir de beşinci sınıftan öğrencinin ilgi ve sevgi alanlarına yönlendirilmesinin bir başka örneği daha vardı: Fen ve Matematik ve Sosyal Bilimler alanında başarılı öğrencilerin öğretmenler kurulu kararıyla Yüksek Öğretmen Okullarına seçilmesi. O kadar başarılı bir uygulama idi ki adeta ülke çapında Öğretmen Okullarında bir yarış gibiydi. Bu uygulama ile çok sayıda akademisyen üniversitelerimizin lider kadrolarını oluşturdu. Bu alandan yüzlerce örnek saymak mümkün. İlk akla gelen örnekleri yazayım: Bugün adı bilinen büyük özel dershanelerin, kolejlerin ve üniversitelerin kurucularının bazılarının Öğretmen Okullarından beşinci sınıftan seçilerek Yüksek Öğretmen Okullarına gönderilenler olduğunu özellikle belirtelim. Başka bir örnekle de bir dönem YÖK Başkan vekili olarak başarılı çalışmalar yapan Prof. Dr. İsa Eşme bu okulların öğrencilerindendi. İsa Eşme’nin Yazdığı Yüksek Öğretmen Okulları kitabı öğretmen aday gençlerimiz tarafından mutlaka okunmalıdır. Kendi alanıma dönünce. Çapa Öğretmen Okulu Resim ve Müzik Seminerini biraz daha açmak isterim. Köy Enstitülerinde ilk üç yılda resim ve müzik alanlarında sivrilen öğrencilerin okul bitinceye kadar beklemesinin onların ilgi alanlarının tavsayacağına olan inançla ve zamanında verilecek tutarlı bir sanat eğitiminin gerekliliği nedeniyle İstanbul Çapa Öğretmen Okulu bünyesinde 1947’de özel sınıflar oluşturulur. Malik Aksel, İlhami Demirci, Nevide Gökaydın gibi resim; Ekrem Zeki Ün,  Halil Bedii Yönetken, Tahir Sevenay gibi müzik eğitimcilerinin görev aldığı bir eğitim başlatılır. Köy Enstitülerinden sınavla öğrenciler seçilir. Bu günün pek çok ünlü ressamı, müzik adamı bu eğitimden geçer. Sonra o yıllarda Anadolu’da tek sanat eğitimi okulu olan Gazi Eğitim’de pekiştirilir, ulusal ve uluslararasında bir değer olurlar. Diğer Eğitim Enstitülerinin ve sonra YÖK yasası ile Güzel Sanatlar Fakültelerinin ve Eğitim Fakülteleri’nin kadrolarını oluşturanların büyük bölümü bu eğitim dizgesinden geçenlerdir. Bu kapsamda yetişen sanat insanı sayısı dört yüzden fazladır. Bir başka tipik örnek vereyim: Unuttuklarım bağışlasınlar, aklıma gelenlerle: Türkiye’de ve Ankara’da devlet dahil, hiçbir kurumun yapmadığı bir sanat müzesini-Mustafa Ayaz Müzesi’ni kuran Prof. Mustafa Ayaz ile İstanbul’da Türkiye’nin tek Baskı Sanatları Müzesi İMOGA’yı kuran Prof. Süleyman Saim Tekcan ve Prof. Mürşide İçmeli, Prof. Sabri Akça, Prof. Ali Candaş, Prof. İsa Başlıoğlu, Prof. Prof. Kadir Ata, Prof. Yaşar Sami Gökgöz, Prof. Basri Erdem, Yalçın Gökçebağ, Muharrem Pire gibi resim ve heykel alanında, Prof. Ali Uçan, Prof. Kadir Karkın, Prof. Feridun Büyükaksoy gibi müzik alanında çok sayıda ünlü sanatçımız-eğitimcimiz böyle yetişen yurtseverlerdir. 

SY: Köy Enstitüsünün kişisel anlamda size kazandırdıkları neler oldu?

HP: Köy Enstitüsü geleneği içinde bir eğitim veren İvriz Öğretmen Okulu her şeyden önce “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” ilkesi, hayata üretim tutkusu ile tutunma bilinci, sağlıklı yaşamaya, ilerlemeye, bu ülkeye yararlı olabilecek bir birey olabilme inancına bağlayan bir eğitim yuvası, gelişme iklimi demektir.  Her canlının kimliğine uygun suyu, toprağı, havayı, güneşi bulabilmesi ve orada gelişmesi gibi. Köy Enstitüsü geleneğinin devam ettiği 1970’lerde bile Cumartesi toplantılarında öğrencilerin yönetici olarak beni ve diğer yöneticilerin yönetimimizi, aksaklıklarımızı nasıl özgürce eleştirdiğini,  okulun işleyişini nasıl takip edebildiklerini özellikle belirtmek istiyorum. Bu eleştirileri yapan hiçbir öğrenciye “Neden böyle dedin” sorusu sorulmazdı. Sosyal etkinlikleri kendileri, kendi özgürlükleri içinde düzenleme hakkına sahipti. Bunlar ne acıdır ki 1971 sonrası başlayan ve 1973’ten sonra yok etmeye varan politik oyunlara kurban edildi. Geriye dönüşlerle baktığımda “Şu da olmamalıydı” gibi eleştirilecek bir yön bulamadığımı söyleyebilirim.  Fırın nöbetçiliği, bulaşık yıkama, yerlerin, sınıfların temizliği, yemekhane nöbetçiliği, okulun her yerinin, bahçelerinin, yollarının temizliği,  soba yakma, tarlada çalışma, kirizma kazma, ağaç dikme bilinci dâhil. Hiç birini bir yük olarak görmedim. Bir insanın yapması, öğrenmesi ve kazanması gereken işler olarak değerlendirdim. Bugün olsa aynı serüveni yeniden yaşamak isterdim.

SY: Bunlara verilebilecek farklı ilginç örnekler var mı?

HP: Üniversitede benim atölyelerim gece gündüz açıktı ve sabaha kadar çalışırdı öğrencilerim. Bir sabah geldiğimde öğrenciler sağda, solda; diğer sınıflarda uyukluyor; atölye de dağınık, yerlerde kâğıt artıkları. Boyalı önlüğüm üstümde,  elimde saplı süpürge yerleri toplamaya başladım. Tam o sırada kapıda bir hareket gördüm, kafamı kaldırdım; Dekanımız, Rektörümüz, yanlarında yerli yabancı misafirleri. Öğrenciler fırladılar yerlerinden. Hiç bozuntuya vermedim, süpürgeyi bir yana bırakıp karşıladım. Rektörümüz beni tanıttı konuklarına, Prof. Hasan Pekmezci. Konuklar bir kez daha baktılar bana, yeniden keşif gibi. Gerekli açıklamaları yaptım, çıkarken geri kalan dekanımız “Hasan Hoca bir şeyi yapmak değil, yaptırmak önemli” dedi ve gitti. O gece sabahlayanlardan biri bugün Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nin alanında önemli bir Profesörü. Bizi sık sık arar, sağ olsun. İşte bizde bakış açısının başka bir yanı. Biz her şeyi bir başkasına yaptırmak yerine, elimizden geliyorsa, o an durumumuz uygunsa, illa bir başkası gelsin, yapsın; düşüncesinde yetişmedik. Yapabildiğimiz oranda elimizden geleni yapmak görevimiz. Elbette o işin asıl görevlisi varsa, o an işi yapacak durumda biri varsa konu başka gelişir. Atölyemi temiz görmek, onu gerektiğinde temizlemek sorumluluğunu da verir. Hele hele kendim kirlettiğim zaman kesinlikle kendim temizlerim, benim kirlettiğimi başkalarının temizlemesini beklemem. Bu bana göre bir kazanımdır. İvriz’in kazandırdığı sorumluluktur.

SY: Şimdi çalıştığınız atölyenizi kendiniz mi temizlemiyorsunuz?

HP: Her zaman konuşmalarımda, yazılarımda anlatırım: 1958'de bu gün sevgi ve saygıyla andığım müzik öğretmenimiz Kemal Çuhallar ilk derslerden birinde şunları söyledi: “Bundan sonra her gece yatağınıza yattığınızda; Bugün ben arkadaşlarım için ne yaptım? Okulum için ne yaptım? Bugün ben yaşamakla ne kazandım, ne öğrendim, derslerimde ne öğrendim? Bugün ben birinin kalbini kırdım mı? Sorularını sormadan, yanıtlarını vermeden uyumayacaksınız.” Aradan altmış dört yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ ben bu soruları sormadan uyumayanlardanım. Her günün muhasebesini yapan günlükler yazarım. Yaşadığım 24 saati sorgularım. Böylece eksiklerimin nedenini bilirim, yarın ilk işim onlardır. Sizin bu çok değerli söyleşiniz de orada yerini alıyor. Yanıtımla birlikte. Bu lay lay lom eğitimle olmaz. Olmadığı da görülüyor. Bu bilinci kazandıran öğretmenimizi, öğretmenlerimizi sevgi ve saygı ile anarak. Okuduğum okullar benim gibi travmatik yaşamdan gelen pek çok öğrenciyi hayata kazandıran bir eğitim ortamıydı. Sınıfımızın tümü köyden geliyordu.  Çoğunluğu ana-baba eksikliğinin çeşitli yıkımlarını yaşamıştı. Ben kendi yaşamımı irdelediğimde İvriz’deki eğitimin kimlik ve kişilik gelişimimde, yaşadığım travmaların giderilmesinde, dengeli bir birey olma sürecimde çok önemli etki ve katkıları olduğuna inanıyorum. Bugün alanımda belli yerlere gelebilmiş olmamda bu katkının getirilerini bilinçle değerlendiriyorum.

Bunu bir örnekle açıklamalıyım: Biri benim, diğeri Ermenek'ten; İvriz’den başka seçeneği olmayan Fikret Ünlü. Yemekhane + mutfak nöbetçiliği sırasında ağabeyler topladı bizi, grup fotoğrafımızı çektiler. Üstümüzde mutfak önlükleri. Yan yanayız, Kara kuru çocuklar. Aradan yıllar geçti; 2002 yılında Kore'deyiz. Türkiye'yi temsilen resim sergisi açıyoruz. Aynı anda Dünya Kupası maçları var. Sergiyi Kore Cumhurbaşkanı yardımcısı ve tüm üst düzey yöneticileri açıyor. Açılışta, Türkiye Cumhuriyeti Spordan sorumlu Devlet Bakanı Fikret Ünlü ile yan yanayız: 44 yıl sonra. Orada kısaca ''Ya Fikret kardeşim, Nereden nereye? Görüyorsun'' dedim. Türkiye'den, köylerimizden, bugün yok olmuş, yok edilmiş okullarımızdan, doğduğumuz evlerden binlerce kilometre uzaktayız. Ülkemizi temsil ediyoruz. Yan yana; onurla, gururla. Biz başarılı sergilerde, o da sahada başarılarla Dünya Kupası üçüncüsü bir takımın sorumlusu. Hem de gelmiş geçmiş en başarılı spor bakanı. Bu okullar olmasaydı, başka bir deyişle böyle fırsatlar yaratarak nitelik yüklediği elemanlar yetiştiren bu sistem olmasaydı? İKİMİZ DE YOKTUK.

Müzik alanından Devlet Sanatçısı İrfan Çiftçi, Devlet tiyatrosundan Ayşe ve Murat Atak, Heykelde-seramikte Umut Devrim Can gibi her biri alanında yetkin bir kadro kuruldu. Çok başarılı bir yılın sonunda çeşitli gösteriler, etkinlikler. Yoğun çalışmalarla geçen aylar sonra geceler düzenledik, halka açık. Örneğin Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde bin beş yüz kişilik salonda. Sorunlu denen bu çocuklarımızın sergileri, konserleri, dansları, tiyatroları hayranlıkla izlendi. Tiyatro alanının eğitimcisi, Devlet tiyatroları sanatçısı Ayşe Atak Hanım’la biz eşimle birlikte bir köşede ağlıyorduk. Avrupa Birliği temsilcileri “bugüne kadar desteklediğimiz AB projeleri içinde bu kadar yüksek başarı oranı tutturan olmadı” dediler.

SY: Öğrencilik döneminde unutamadığınız hatıralarınızdan bahseder misiniz?

HP: Elbette, o kadar çok anımız var ki. Ama yaşamımı etkileyen bu anımı çok önemserim: İstanbul Çapa Öğretmen Okulu Resim Semineri’ne kesin gidecek, gözü ile bakılırken ben vazgeçtim gitmekten. İstanbul gibi bir dev kentte nasıl okurum, ne yapabilirim korkusu ile. İvriz’de tatillerde, yakın köylere ücretle kavaklık çapası, patates tarlası çapası gibi bahçe-tarla işlerinde çalışıp harçlık çıkarıyorduk; birkaç arkadaş birleşip. İstanbul’da bunu yapamazdım. İvriz Öğretmen Okulu’nda orta kısım biterken Mayıs ayının son günlerindeydik, öğretmenimiz Nevruze Göksel derste sohbet için tahtaya kaldırmıştı beni. “Hasan, umarım İstanbul’a gidince buraları, arkadaşlarını unutmazsın” dedi. Ben boynumu büktüm, sessiz. Sınıfımızdan bir arkadaşımız; “Öğretmenim, Hasan vazgeçti gitmekten” dedi. Öğretmenimiz şaşırdı; “Neden?” dedi. Benden yine ses çıkmayınca; “Bak Hasan, Türkiye’nin, dünyanın en güzel kentinde, Türkiye’nin en önemli okulunda okuyacaksın. Üstelik en sevdiğin alanda. Büyük ressamların öğrencisi olacaksın.  Bütün öğretmenleriniz okuduğunuz şu kitapların yazarı. İstanbul’da okumak ne büyük bir şans. Hem de sınıfınızın yarısı kız olacak. Onlarla arkadaş olacaksınız. Kim bilir gelecekte onlardan biriyle evlenirsiniz.” Zaman içinde çok düşündüm bu uyarıyı. Tümü erkek öğrenci olan ve sadece öğretmen ve memur çocuğu iki kız öğrencinin bulunduğu bir okulun öğrencisini; buluğ çağında bir oğlan çocuğunu motive etmenin en güzel örneği bir uyarıyı yapan yirmi üç, yirmi dört yaşlarında genç bir öğretmendi. Bu öğretmen, bu bilinci nerede, nasıl kazandı bu genç yaşında… Onu yıllar sonra araştırarak öğrendim. Öğretmen Okulu ve ardından Eğitim Enstitüsü. Devamlığı olan, birbirini pekiştiren bir eğitim dizgesi. “Peki, öğretmenim gideceğim” dedim. Burada bitmiyordu bu öğretmenimin ilgisi. Okul yönetimi ile görüşmüş, dersten çıkınca. Biraz sonra beni çağırdılar. Memur Abitter Bey beni karşısına aldı; “Bir iki gün içinde Ziraate gideceksin, Bahçıvan Mehmet Ağayı bulacaksın. O sana iş verecek. Orada çalışacaksın Eylül sonuna kadar. Sana yevmiye vereceğiz. Ben biriktireceğim parayı. O para senin İstanbul’a giderken harçlığın olacak. Arada bir gidip Galip Amcadan sadece yarım ekmek alacaksın. Başka şey almak yok. Onun parasını ben sonra ödeyeceğim oraya.” Bahçıvan Mehmet Ağa ve onun beni koruma adına yaptıkları anlatılması gereken başlı başına bir öykü. Çalıştım orada dört ay ve gittim İstanbul’a. Bugün 52 yıllık eşim; başarılı bir ressam eğitimcisi olan Şükran Pekmezci, tam 60 yıl önce Çapa’da sınıf arkadaşımdı.

Bir örnek daha vermek istiyorum: Matematikten sorunlu bir öğrenci oldum, bütün eğitim yaşamımda. Çapa’da matematik öğretmenimiz her zaman sevgiyle andığımız Tevfik Aras Bey bu konuda çok duyarlıydı; yazılılardan aldığım çok düşük notları kurtarmak için sözlü yapıyordu. Ancak sözlüde bana sıra gelince tüm sınıfı koridora çıkarıyor ve sınıfa “Hasan’ı sözlü yapacağım” diye de belirtiyordu. Sonra beni tek başıma alıyordu sözlüye.  Arkadaşlarım arasında zor durumda kalmamı, incinmemi istemediğinden. Şükran da koridora çıkarılanlar arasında olduğu için, bir eğitimcinin genç bir çocuğun hassasiyetini düşünmesinin örneği olarak sık sık anarız o günleri. Tevfik Aras öğretmenimiz, “Kerata, alsın başarılı notları geçsin, sınıfını, geçmezse kalsın” deseydi, ben kesinlikle okuldan atılırdım. Yok olur giderdim.

SY: Köy Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra göreve nerede ve nasıl başladınız?

HP: Ben İvriz’den mezun olmadım, orada dört yıl okudum; Orta kısımdan ayrıldığım için İstanbul Çapa Öğretmen Okulunu bitirdim, aynı ay içinde Urfa’nın Siverek ilçesinin bir köyüne öğretmen ve okul müdürü olarak atandım. Dört ay sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Resim–İş Bölümü’nü kazandığım için ayrıldım. Gazi Eğitim’de öğrenciliğim sırasında Çapa’da aldığım sağlam resim eğitimi nedeniyle bir özel okulda haftada bir iki gün ücretli resim öğretmenliği yaparak öğrenim harçlığımı çıkarmaya çalıştım. Çapa’yı bitirince Şükran, Çankırı’nın dağ köylerine atandı. Gazi’nin sınavlarının kazandı bilgi ve belgesi köye gönderilemediği için sınavları kaçırdı, iki yıl bu köylerde ilkokul öğretmenliği yaptı. Ben Gazi’de öğrenci iken o köylerde çalıştı. İki yıl sonra İzmir Buca Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nü birincilikle kazandı. Köylerde geçen iki yılın kendisine çok şey kazandırdığını, Anadolu’yu içinde-köylerinde yaşayarak tanımanın kültüründe ve sanatsal çalışmalarında ne denli etkili olduğunu, bu köy yaşamını ana konu yaptığını her zaman söyler. Gazi Eğitim Enstitüsü yirmi dört saat aktif olan, sanat eğitimi yanında, aynı zamanda Ankara’nın Siyasal Bilgiler, Hukuk, Dil Tarih, ODTÜ gibi bütün aktif okullarının etkinliklerini takip içinde çok yönlü birikim sağladığımız bir okuldu.

1968 yılında başarıyla bitirdim. Başarılı öğrenciler ayrı bir kura ile Öğretmen Okulları’na seçiliyordu. Arifiye Öğretmen Okulu çıktı kuramda. Her yönü ile İvriz gibi Köy Enstitüsü temelli, altı yıllık yatılı bir okul. Kısa sürede Eğitim Şefliği gibi tüm eğitim-öğretim işlerinin sorumlusu pozisyonunda yönetici oldum.  Şükran o yıllarda İzmir Buca Eğitim Enstitüsü’nde öğrenciydi, başarı ile bitirince o da Öğretmen Okulları’na seçildiği için eş durumundan Arifiye’ye atandı. Çok başarılı yıllar yaşadık bu geleneği olan okulda. Üniversitelerde, Eğitim ve Güzel Sanatlar Fakültelerinde çalışmış bir eğitimci olarak buradaki eğitim atmosferinin, eğitim ve öğrenci kalitesinin ne denli yüksek olduğunu çok iyi karşılaştırma olanağı buluyorum. Yoksul köy çocuklarının altı yıl içinde nasıl yetkin, kendine güvenli, alanına hâkim gençlere dönüştüğünün tanıklığı. İlkokul öğretmeni olduğu halde bugün araştıran, yazan, çizen, kitaplar yayınlayan çok sayıda öğrencim var; o dönemden. Açık söylemeliyim, pek çok üniversite hocasından geri kalmayan yetkin, yaratıcı insanlar. Sadece birini yazayım, Karabey Aydoğan; internet ortamında daha adı yazılırken çıkan, çok sayıda eseri var.

 SY: Öğretmenlik yaptığınız süreçte öğretmenlik mesleği adına nelere önem verdiniz?

HP: İlk görev yaptığım okul yetiştiğim, gözlerimin açıldığı, kimlik kazanmaya başladığım İvriz ile Arifiye her yönü ile aynı okullardı. Meyve bahçeleri, tarım alanları, ormanı, çok sayıda binası, yerleşkesi, iç ritüelleri, seçilmiş nitelikli öğretmen kadrosu, öğrenci kalitesi aynı olan okullar. Resim atölyelerini her an açık, öğrencilerin öğle araları bile gelip ilgilenecekleri hale getirdik. Resim derslerinden not için çalışmayı kaldırdık. Kendimiz her an resim yaptığımız için resme ilgi duyan öğrenci sayısı her geçen gün artmaya başladı. Okulun girişini sergi salonuna dönüştürdük. Sınıflar, gruplar halinde sergiler düzenlemeye başladı öğrencilerimiz. Ulusal ve uluslararası resim yarışmalarını günü gününe izlemeye başladık. Çok sayıda maddi ve manevi değeri olan ödüller kazandık. Etkin bir eğitimci- yönetici profili çizmeye başladığımız için hemen yöneticiliğe seçildim. Genç bir idareci olarak bu okulların eksik olduğuna, aksadığına inandığım yönlerini bilen biriydim. Örneğin, yemekte karavana usulünü kaldırdım, Self servis tepsileriyle dağıtımını ilk uygulayan yöneticiydim. Ekmeklerin dağıtım sistemini beğenmiyordum, öğrenciliğimde. O zaman “çeyrek ekmek” dedikleri dörtte bir ekmek veriliyordu. Öğrencinin doymadığı bir ekmek. Yönetici olunca ekmek dilme makinesi aldırarak masalara sepetler içinde dilimli ekmek dağıtımını ilk başlatanlardandım. Öğrenci dilediği kadar ekmek yiyebiliyordu. Böylece ekmek kırıntıları, artıkları çıkmıyordu. İlk zamanlarda çok ekmek açığı verdik, ama zamanla gözü doydu ve alıştı çocuklarımız. Bu kez ekmek fazlası vermeye başladık. Köy çocukları hareketli okul ortamında çok çabuk acıkır. Bunu bildiğim için yemekhanenin girişinde bir sandık hazırladık. İçi ekmek dolu. Öğrenciler diledikleri zaman gidip oradan bisküvi gibi dilimlenmiş ekmeklerden alıp yiyorlardı. Okulun meyve bahçelerinden reçel-marmelat üretimini Köy Enstitüsü döneminden sonra yeniden hayata geçirdik. Bu alanlardaki ihaleleri iptal ettik. Nasıl şikâyetler içinde kaldığımızı düşünün. Yıllar önce kaldırılmış olan köylerde yaşanarak kazanılan Köy Stajını yeniden başlattık ki öğrencilerimiz gittikleri her köyde iki ay yaşayarak çok başarılı çalışmalarla köylülerin sevgisini kazandı.  Ben ve eşim gece yarıları Köy stajı okullarını ve öğrencilerin kaldıkları köy evlerini denetlemeye giderdik;  külüstür bir arabayla. Gece yarısı onlarla çalışmalarının kritiğini yapar, çaylarını içerdik. Çevre illere tiyatro çalışmalarımızı götürdük. Adapazarı salonlarında sosyal etkinlikler yapıyorduk çok sık olarak. Kentte On Dokuz Mayıslar Köy Enstitülerinin ve ondan sonra Öğretmen Okullarının en çok beklenen ve uygulanan spor gösterileriyle geçerdi. Çapa’ya, Yüksek Öğretmen Okulları’na, Gazi Eğitim’e çok sayıda öğrencimizi yönlendirdik. Okul olarak Milli Eğitim Bakanlığı ile çeşitli yaz tatili kursları, denizden uzak Anadolu okullarından başarılı öğrencilerin katıldığı deniz tatilleri düzenlerdik. 1973’te çok güzel bir ellinci yıl anıtı tasarlayıp, uyguladık, okulun meydanında.

SY: Öğrencilerle ve halkla diyalogunuz, ilişkileriniz nasıldı?

HP: Okuldaki bütün etkinliklerimiz, bayram törenlerimiz, kutlamalarımız kendi olanaklarımızla, öğrencilerimizle yaptığımız kapalı salonumuzda halka açıktı. 16 Mart Öğretmen Okulları günlerinde eski mezunlarımızı, Köy Enstitüsü mezunlarını okula davet ederek anılarını tazelemelerini sağlardık. Onların öğrenci iken diktikleri ve yetiştirdikleri ağaçlarını bulup sarılarak nasıl ağladıklarının tanıklığını eş duygularla yaşıyorduk. Çünkü benim de İvriz’de diktiğim çok sayıda ağacım vardı. 16 Mart 1848 Öğretmen Okulları’nın kuruluş yılı coşkuyla ve uzun hazırlıklarla kutlanırdı. Bugün ‘’Öğretmen Okulları ne zaman kuruldu’’ sorusunun yanıtını kaç kişinin verebileceğini merak ediyorum, öğretmen camiasında. 174 yıllık bir tarihi geçmiş silindi, bir kenara atıldı. Kurumların tarihleriyle övünmesi gerekirken. Okul etkinliklerinde, haftalık görevlerde alanlarında başarılı öğrencilerin ailelerine tebrik ve teşekkür yazıları yazardık. Buna alışık olmayan velilerin okula kadar teşekküre geldiklerini özellikle belirtiyorum.

SY: Şükran hanımla ne zaman ve nasıl tanıştınız?

HP: Yukarıda değindiğim gibi 1962’de Çapa’da sınıf arkadaşıydık. Ben Konya İvriz’den seçilerek, Şükran da Konya Kız Öğretmen Okulu’ndan resim alanındaki başarısı nedeniyle seçilip gelmiş ve sınavları kazanmıştık. İkimiz de okulun aktif öğrencilerindendik. İstanbul Öğretmen Okulu’nun bir özelliği vardı; öğrenciler okulun yönetiminde ağırlıklı söz sahibiydi, bir anlamda bizler yönetiyorduk; göstermelik değildi. Okulun işleyişi, sosyal etkinlikler, dergiler çıkarma, yayın yapma, yemeklerin planlanması, okulun temizliği, düzeni her şey öğrencilerin elindeydi. Öğretmenlerimiz alanının önde gelenleriydi, tarih kitaplarının yazarları Niyazi Akşit, Emin Oktay. Edebiyat, Fizik, Kimya, Matematik kitaplarının yazarları öğretmenlerimizdi. Öğrencilerini yolda gördüğünde şapkasını-fötrünü çıkarıp selamlayan eğitimcilerdi, sevgi ve saygı örneği. Yöneticilerimiz bu konuda çok deneyimli, Köy Enstitüleri’nde uzun yıllar çalışmış yetkin Başöğretmen ağırlığı olan eğitimcilerdi. Okul yöneticileri kuru bir emir komuta zinciri elemanı “Müdür” sıfatlarıyla değil; eğitim-öğretim alanında birikimleriyle, deneyimleriyle ve BAŞÖĞRETMEN özellikleriyle ağırlığı, saygınlığı olan insanlardı. Okulda her hafta edebiyat, şiir, öykü günleri yapılırdı. O dönemin bütün şairleri okula gelir, şiir günü yapılırdı ki bir defasında yirmi dört şair katılmıştı. Behçet Necatigil, Orhan Şaik Gökyay edebiyat öğretmenimiz yazar, Türk Dil Kurumu üyesi Enver Naci Gökşen’in davetiyle dersimize gelir, bize en son şiirlerini okurlardı. Bize okudukları şiirleri çok geçmeden Yeditepe, Ilgaz, Türk Dili, Varlık gibi dergilerde yayınlanırdı. Bu dergiler aksamadan okunurdu. Burada bir başka örneği de vermem gerek: 1987 yılında ünlü ressam Nuri Abaç Bey Görevli olduğum Gazi Eğitim Fakültesi’nde atölyeme ziyarete geldi.  Öğrencilerimiz çok mutlu oldular, bu sanatçıyla tanışmaktan. Aynı anlarda koridorda bir kıyamet koptu, biri çirkin bir sesle, avaz avaz bağırıyordu, “Benim haberim olmadan kim nasıl gelir buraya!” Yaşlı ressamımızın rengi soldu. Çocuklarımız perişan. Bir saat sonra Gazi’den ayrılma dilekçemi verdim. Hacettepe’ye geçtim. On yıl bir daha Gazi Eğitim’e adım atmadım. Yukarıdaki örnekten nerelere geldiğimizin resmidir bu anı. Tüm bu eğitim dinamizmini eşim Şükran’la birlikte yaşadık. Sanat alanı öğretmenlerimiz Selahattin Taran, İlhami Demirci, Hidayet Gülen Köy Enstitülerinde çalışmış, çok sayıda sanatçı yetiştirmiş; anamız, babamız saydığımız eğitimcilerdi. Bir kuşak bu isimler her geçtiğinde tümü ortak duygularla sarsılırlar, gözleri dolar. İstanbul’da öğrenciliğim çok maddi sıkıntılar içinde geçti. Lunaparklarda, inşaatlarda çalışırdım; Şükran ve sınıf arkadaşlarımız beni ziyaret gelirlerdi, ben toz toprak içindeyken. Hiç sorun etmezdim, zorunluydum, onlar tatil yaparken, gezerken ben çalışmaya. Sonra hastalandım: Verem/Tüberküloz. İki buçuk ay sanatoryumda tedavi gördüm; oraya da ziyarete gelirlerdi. Bu nedenle beni en iyi tanıyan, anlayan kişidir eşim Şükran. Kimi zaman “Bunca zorluklar, karmaşık sorunlar, yokluklar, açlıklar içinde sen kendini, kimliğini nasıl koruyabildin, şaşıyorum. Senin yerinde bir başkası olsaydı; it olurdu, kopuk, hayta, haydut olurdu, bu toplumun başına bela olurdu” der.

SY: Bir eş olarak Şükran hanımı nasıl tarif edersiniz?

HP: Eş kavramı doğal olarak bizde farklı gelişti. Çok yönü ortak olan bir eğitim dizgesinden ve yaşanmışlıklar birikiminden geliyoruz. 60 yıllık anılar bile bir evliliğin nasıl duygusal-düşünsel, ama akli bağlar yaratabileceğini gösterir. İstanbul bir yana, Türkiye’nin her yerinde ve dünyanın pek çok ülkesinde ikimizin de ayak izimiz var. Yurdumuzun her bölgesini gezdik. Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da; Kore’den Küba’ya kadar gidiyoruz biz; elliye yakın ülkede, yüzlerce müzede ayak ve el izlerimiz var. Bizim bir ritüelimiz var; gittiğimiz her ülkede müzelerde, saraylarda duvarlara elimizi vururuz, “Bak biz geldik ha! Unutma bizi” deriz. Mısır piramitlerinde de var, Çin Seddi’nde de, Küba’da Che Guevara’nın anıtında da, Petersburg saraylarında da. İran’da Zerdüşt tapınağında da. Fas’ta Kral Hasan Camiinin kapısında da. Adımıza kurulan “Pekmezci Gezi Grubumuzla” çok ekonomik geziler düzenledik. Bu gezilerimize değişik üniversitelerimizden beş yüzden fazla öğrencinin, genç hoca adayının yurt dışını, müzeleri görmesini sağladık. Oralarda gençlerimizin gözlerinin nasıl parladığını, dönüşte her birinin nasıl kendine güvenli hale gelebildiğini gözlemlemek de ayrı bir eğitimci hazzıdır. İkimiz de yoksulluğun, ne olduğunu, Anadolu’nun ne olduğunu, öğrenci olmanın, ana baba olmanın, beklentilerini, özlemlerini çok iyi biliyoruz. ”Her öğrencinin her şeyden önce anasının, babasının canı-gözbebeği, umudu olduğunu hiç akıldan çıkarmayız.” Arifiye’de evini, anasını, babasını özleyen çocuklarımızdan evimize gelip “Sizinle biraz oturabilir miyim” diyen çocuklarımız olurdu. Aynı şeyi Gazi’de Hoca iken de yapardık, evimize yemeğe davet ederdik, öğrencilerimizi. Çünkü biz İstanbul gibi bir koca kentte öğretmenlerimizden böyle bir tavır gördük. Bizi evlerine yemeğe davet ederlerdi, sosyalleşmemiz için. Yazar Enver Naci Hocamız evine davet etti bir gün, Şükran’la ikimizi. Evin salonunda devasa bir masada çok zengin bir sofra hazırlamışlar. Biz başka gelecekler var, diye beklerken sadece ikimiz içinmiş bu hazırlık. İki öğrenci ama onların tavrı ağır bir misafir gibi. Bahçe içinde ve dubleks bir evdi. O evin etkisiyle biz bütün evlerimiz küçük de olsa bahçeli, dubleks evlerde yaşadık, hala öyle bir evdeyiz. Bizim evliliğimizde temel bir ilke var, ilk günden beri. “Kendinden önce eşini düşünmek.” Yaşımız gereği çok sık nişanda, nikâhta görev alıyoruz. Ben ve Şükran her konuşmamızda gençlere şunu mutlaka söylüyoruz: “Eşler anaların, babaların, evlatlarının, canlarının birbirinize emanetidir. Emanete ihanet edilmez. Artık siz tekil değilsiniz, BEN yoktur, BİZ vardır, bundan sonra. Bu BİZ kavramı anaları, babaları ve aileleri kapsar. Onların sağlığını, mutluluğunu devam ettirmede sizin de manevi sorumluluğunuz, katkınız olacak. Her olumsuzluğunuz onların mutsuzluğuna neden olur. Buna hakkınız yoktur. Ve özellikle ‘Ben’ ve ‘Bencillik’, her şeyin düşmanıdır. Bencil olmayacaksınız” deriz. Dünyayı kana bulayan savaşları, bütün toplumsal kırılmaları, olumsuzlukları incelediğimizde hepsinin altında “Ben egosunun patlaması” psiko-patolojik baskısı görülür.

Bu söylediklerimiz bizim yaşam ilkelerimiz oldu elli iki yıldır. Kırk yılda kayınpederimizle yüksek sesle bile konuşmadık. Kayın validem onaltı yıl bizimle yaşadı, Herkes benim anam sanırdı, Şükran’ı da gelini. Bu elbette Şükran’ın duyarlılığının, sevecenliğinin, insancıllığının sayesinde. Çünkü ben sağlıklı bir aile ortamı görmedim. Aileyi Şükran’la ve ailesiyle tanıdım, yaşamıma öyle girdi aile kavramı. Evlilik, eş seçimi konularında çok sayıda konferans verdim. “Eşi insanın nefesidir” başlıklı bir yazım internet ortamında çok dolaştı. Hala da dolaşıyor. Bize göre “Evlilik ve eş kavramı birbirinin açığını-hatasını aramak değil, birbirini tamamlamaktır.” Eşim Şükran, alanında çok yetkin bir ressam ve öğrenci psikolojisini çok iyi bilen bir eğitimci. Onun herhangi bir öğrenciye kızdığını gören olmamıştır. Sevgi ile güler yüzle öğreteceğini öğretir. İkimizin de bir eğitimcilik ilkemiz var. Öğrenci, Resim-İş derslerinde oyun oynar gibi derse katılabilmeli. “İlla şunu yapacaksın, bunu yapacaksın” zorlamasına asla yer olmamalı, biz vermedik.

SY: Askerliğinizi nerede ve nasıl yaptınız?

HP: 1975 yılında Isparta Er Eğitim Tugayında kısa dönem yaptım askerliğimi. Evliydik, üç yaşındaydı ilk kızımız. Bizi kısa sürede asker yapmak için epeyce ağır eğitimden geçirdiler. Kısa olmasına rağmen elbette askerlik gibi bir eğitim ve görev hayatımızda önemle yer aldı.

SY: Üniversiteye ne zaman ve nasıl geçtiniz? Sizi motive eden unsur ne oldu?

HP: 1975 yılı Ekim ayında askerliğim bitip, Arifiye’deki görevime döndüğüm gün daha önceden çıkmış sürgün kararnamesi önüme getirildi. Çünkü biz askerde iken I. Milliyetçi Cephe denen Demirel hükümeti kurulmuştu. Öğretmen Okulları yöneticileri içinde ilk sürgün bizdik. O yıllarda insana suç yüklemek çok kolaydı. Düşünce yapımız zaten yetiyordu.  İdarecilikte gözü olanların bu konularda neler yapabildiğinin örnekleri çok. Önce Mardin ve sonra Çankırı. Çankırı’da da çok çalıştık, kısa sürede çocuklarımızın resimleriyle Ankara’da Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde sergi açtık. Arifiye’deyken 1973 yılında Gazi Eğitim’de düzenlenen eğitim seminerlerine seçilmiştim. Öğrenciliğimden beri iyi tanıyordu öğretmenlerimiz. Türkiye çapında ve uluslararası yarışmalarda Şükran’la ikimizin öğrencileri çok sayıda ödül kazanıyordu. Sanat eğitiminde üreten, eğiten eğitimciler olarak adımız önlerde konuşuluyordu. Sürgün sonrası ortaokullarda da başarılı olmuştuk. Bunların birikimiyle 1978 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Öğretmenler Kurulu kararıyla öğretmen olarak davet edildim. Her Gazilinin ideallerinin başında gelir Gazi’de hoca olabilmek, bunun için seçilebilmek. Bu nedenle büyük bir heyecanla başladım burada hocalığıma. Daha 1926’da Mimar Kemalettin’in eseri ve Atatürk’ün çok sık kontrole geldiği o muhteşem mimari anıt bina içinde okumak ayrı, hoca olarak çalışmak ayrı mutluluk ve onurdu. Her şeyiyle Cumhuriyet Kurumu. Kurumların, okulların, mimari, anıtsal okulların aidiyet bilinci yönünden çok önemli olduğuna inanıyorum. Dünyanın en ünlü üniversiteleri, okulları tarihi, anıtsal mimari özellikleriyle özdeştir. Bir okul dört duvar değildir. Kimlikli birer eserdir ve bu özellik öğrencilerinin, öğretmenlerinin kimliğine yansır. Gazi Eğitim böyleydi.

SY: Şükran Hanım da üniversiteye geçmiş miydi?

HP: Şükran da bir ortaokula atandı, Demetevler’de. İlk günden başlayarak çok sıkı bir çalışma temposu yaşamaya başladık. Şükran, öğrencilerinin resimleriyle ana cadde üzerindeki mağaza vitrinlerinde sergiler düzenledi, bu uygulama hem velilerde, hem de öğrencilerde çok olumlu etkiler yarattı. 1979’da da yabancı bir organizasyonla başka bir eğitim semineri yaşadım. Sergiler, yarışmalar. 1979’dan itibaren ödüller kazanmaya başladım. Şükran iki kız çocuğu anası olmasına rağmen Arifiye’ye gelmeden önce ve öğrenciliğinde yurt çapında önemli sergilere seçilmeye başlamıştı. Hiç ara vermeden Arifiye’de ve Çankırı’da da devam ettirdi. Devlet sergileri başta olmak üzere, çok önemli jürili sergilere seçildi. 1980’de Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimlerinde Master programına başladık, Gazi’den arkadaşlarla. Üniversiteler yasası ile Gazi’de devam ettirdik, Metin And, Oluş ve Rüçhan Arık, Nevide Gökaydın, Turan Erol gibi hocalardan dersler aldık. Sanatta Yeterlik dönemi yaşadık. Bu dönemde yazılarımız, konferanslarımız, sergilerimiz de aralıksız devam ediyordu. Bizi her şeyden önce yetiştiğimiz bir Cumhuriyet okulunda, yetiştiğimiz sınıf ve atölyelerde bu kez hoca olarak bulunmak hem mutlu ediyor, hem de ağır bir sorumluluk yüklüyordu. Bu duygu ile sabahlara kadar çalışmak gerekiyordu. Gazi Eğitim, köklü geleneği ile çalışan, nitelikli, okulun geleceğini güvenle teslim edebilecek öğrencisini seçmesini bilen bir kurumdu. Bu nedenle seçilenler de buna layık olduklarını kanıtlamak zorundaydı. Ayrımcılık, kayırmacılık kimsenin yapacağı bir tavır değildi. Burada kısa sürede alanımda ilk atölyeleri kurdum, Anadolu’da bir üniversitede ilk serigrafi atölyesini Gazi Eğitim’de kurduk, bu alanın ilk kitaplarını yazdım. Bugün de kullanılan Gazi Üniversitesi amblemini tasarladım. Bana güveni, çok sayıda maddi-manevi değeri olan ödül kazanmakla ve 1983-84’te Budapeşte Müzesi’ne bir eserimin satın alınmasıyla pekiştirdim. Bu Orta Avrupa’nın sayılı müzesine seçilen ilk Türk ressamı demekti.

SY: Sizin dönemin eğitim sistemini, günümüz eğitim, eğitim sistemiyle karşılaştırdığımızda ne gibi farklar var?

HP: Eğitim dinamik bir süreçtir, çağın gereklerini, toplumsal dinamikleri çok iyi analiz ederek yapılacak planlamalarla çağı yaşamanın yolları eğitim sistemine alınır. Bu kaçınılmaz bir zorunluluktur. Ancak özümlenmiş bir sistem, tutarlı bir yöntem olmazsa olmazıdır bu çağdaşlığın sorgulanmasında. Deneyimler, öngörüler, akılcı ve uzun vadeli hesaplarla eyleme konur. Kesinlikle günübirlik duygusal, sorgulanmamış bir deney tahtası değildir. Bizim dönemimizin eğitim sistemi her şeyden önce ulusal bir felsefeye dayanıyordu. Bunun en çarpıcı örneği mezun olma aşamasında “Atanmak için üç il yazınız” diye bir form vardı. Adayların yüzde doksanı “Türk Bayrağının dalgalandığı her yer” yazmıştır. Biz de öyle yazanlardandık. Şükran Çankırı dağ köylerine, ben de Urfa’nın Siverek ilçesinin bir köyüne seve seve gitmiştik. Bu duygusal gibi görülen yanıtlar ve tavır aslında özümlenmiş, özümletilmiş bir inancın ve güvenin göstergesiydi. Denenmiş, somut sonuçları alınmış insan yaşamının tüm gerekliliklerinin sorgulamasıyla elde edilen veriler eğitim alanına taşınmıştı. Şimdiki dönemde saniyelik iletişim ve etkileşim çağında her şeyin çok hızla moda ve aynı hızla demode olduğu bir süreç yaşanıyor. Bunun insan ve toplum yaşamına yansımalarının neler olabileceğini okumasını bilen eğitim sistemcileri hızlı değişimin rüzgârına kapılmak yerine, onu özümleme süreleri içinde ayarlanmış dozlarda kullanma sistemleri geliştirdiler. Bunun en çarpıcı ifadesi olarak “Yoğurdu üfleyerek yeme” sözü verir. Günümüzde Almanya bunun tipik örneğidir. Çok önemli badireler atlatan bir Almanya on yıllardır disiplinle uygulanan sistemi içinde eşitlikçi, insan ve doğa sevgisine dayalı, oyun içinde, yaratıcı uygulamalar yapıyor. Öğrenci velileriyle sürekli iletişim hali çok önemle uygulanıyor. Çocukların okul dışında da arkadaşlarıyla birlikte olabilmesinin fırsatları yaratılmasını öneriyor. Doçent olan küçük kızımız Berlin’de okullardaki uygulamaları günü gününe takip ediyor, çünkü oğlu bir devlet okulunda öğrenci. Bizde bazı şeylerin dozunu ayarlama sorunu var. Bundan birkaç yıl önce bir kız lisesinde okul koridorlarında su borusu patlaması yaşanmış. Öğrenciler ellerinde süpürgelerle bu suyu boşaltmaya çalışıyorlar, oyun içinde. Konu basında büyük başlıklarla şu şekilde yer aldı: “Biz çocuklarımızı temizlikçi olsunlar diye mi gönderiyoruz okula. Veliler isyanda; Öğrencilere okul koridorları süpürtülüyor. Kalem tutması gereken ellerde süpürge var.” Yayın sonucu okul yönetimi soruşturma geçiriyor.

Oysa aynı günlerde Finlandiya’da ve Japonya’da okulun temizliğini çocuklar yaparken görselleri yayınlanıyordu. Almanya’da torunumuz okul bahçesini süpürüyordu... Bundan altmış yıl önce dedesinin yaptıkları gibi. Fast-food kültürünün baskınlığına karşı okulda ev yemekleri veriliyordu çocuklara Almanya‘da. Kuşkusuz çağın gerekleri yaşanacak ama temel ilke zırt pırt değişiklik değildir. İnsan ve toplum, birey ve toplum öğesinin temel dayanakları günübirlik değişimlerle, her gün değişen rüzgârlara göre temelsizleştirilemez. Örneğin, yukarıda anlattığım örnekler gibi bundan altmış dört yıl önce öğretmenlerimizin yaptığı, söylediği ne varsa onlar bugün de geçerli olmak zorundadır. Bilgi ile insani değerler aynı kefeye konmamalıdır. Bilgi değişebilir ama insan + doğa sevgisi, insanlar arasında diyalog, öğrenmenin, okumanın, araştırmanın, sorgulamanın gerekliliği gibi konular her zaman geçerli olmak zorundadır. Hem öğrenciliğimizde ve hem de öğretmenliğimizde bizim dönemlerin en önemli özelliği öğrencinin kimliğinin, iç dünyasının okunabilmesi, analiz edilebilmesi, onu başaracak bir eğitimci, öğretmen modeli yetiştirilmesi, öğrencinin ana motif olabilmesiydi. Biz eğitimci olarak “Adını bilmediğimiz öğrenci, kendini bize karşı bilinmez, tanınmaz sayar” düşüncesiyle yetiştirildik. Arifiye Öğretmen Okulu’nda ilk aylarımızdan başlayarak öğrencilerin adını evde ödev yapar gibi ezberler, öğrenirdik. Her öğrenciye adıyla hitap etmek temel ilkemizdi. Buna dersine girmediğimiz öğrencilerin adlarını öğrenmeye çalışmak da dâhil. Bir gün ana kapıdan okul bahçesine girerken üst sınıflardan bir öğrenci giymeden omzuna aldığı paltosu ile efe gibi geliyordu, Beni gördüğü halde istifini bozmadı. “Nevzat gel bakayım yanına” dedim. İrkildi, ilk sözü şu oldu: “Öğretmenim, benim adımı nereden biliyorsunuz.” Ben daha bir şey söylemeden paltosunu eline aldı. İlk tavrı “Nasıl olsa beni tanımıyor, dersimize de gelmediği için” idi. O nedenle aldırış etmiyordu. Adını söylemesem aldırmadan devam edecekti. Ama adı söylenince iş değişiverdi. Öğrencinin nereden, nasıl, hangi koşullarda geldiğini anlamaya çalışmak ona göre davranmak. Bu konuda bir örnek vereyim: Üvey ana beni okula her sabah kasıtlı olarak geç gönderirdi. Kan ter içinde koşarak giderdim, hep geç kalırdım. Bir kez olsun öğretmenim “Neden geç kaldın, Hasan” demedi. Hatta benden önce anlattıklarını teneffüste gelir, anlatırdı bana. Bunun elbette sonradan çözümledim. Benim aile durumumu öğrendiği için yapıyordu bunu.

İstanbul’da öğrenci iken gündüzlü arkadaşlarımız vardı, maddi durumları iyi değildi. Bunu biz biliyorduk. Ama Hidayet Gülen adlı Köy Enstitülerinde çalışmış değerli bir öğretmenimiz derse başlamadan önce sınıfı bir gözden geçirir, yüzlerimize bakar. “Bugün anlaşılan siz aç gelmişsiniz. Renginiz de sesiniz soluğunuz da cansız” derdi.  Bir arkadaşımıza “Git oolum, kaç kişi isterse tost yaptır gel.” Tostlar gelir, yenir ve ondan sonra ders yapmaya başlardı. Bunu başka boyutlarda bizler de yaptık, onlardan gördüklerimizle, daha sonra eğitim yaşamımızda. Bunu yapan öğretmenimiz İstanbul gibi bir kentte tek maaşla geçinen biriydi. Ama insani duyguları o kadar zengin.

SY: Döneminiz öğretmenleri ile şimdiki öğretmenlerin mesleki tutumları arasında bir fark var mı?

HP: Yukarıda verdiğim bazı örneklerde görüleceği gibi çok genç olmalarına rağmen bu kadar yetkinliği, birikimi nasıl kazandıklarını bugün bile sorduğum öğretmenlerimiz vardı. Bunlardan birini Yeniden İmece dergisinde uzunca yazmıştım. Benim Çapa’ya gitmemi sağlayan genç öğretmenimin sözlerini ve o sözlerin benim hayatımda oynadığı rolü kısaca anlatmıştım yukarıda. Aynı okulda görev yapan öğretmenlerin büyük bölümünün bu kalitede ve yetkinlikte olması bir rastlantı değildi. Bunda çok önemli bulduğum bir iki noktaya da değinmek istiyorum. Öğretmenlik özümlenmiş sevgi, bilgi, görgü, sezgi, muhakeme, davranış modelleri sahibi hümanist, empati sahibi bir insan olmak zorundadır. Bu nitelikler birkaç yılda elde edilemez. Yaşamın çeşitli evrelerinde neredeyse genlerine işleyecek süreçlerle kazanılarak elde edilebilir ancak. Köyden, ilkokuldan öğretmen okuluna geliyordu öğrenci. Çeşitli stajlar ve derslerle deneyim kazanıyordu: Altı yıl. Ondan sonra Başöğretmen sıfatlı, deneyimli okul yöneticilerinin yanında ilkokul öğretmenliği. Ne güzel ve ne anlamlı bir sıfattı bu. “Başöğretmen” İlkokul öğretmenliğinden hemen sonra olduğu gibi birkaç yıl görev yapıp yeniden sınavlara girerek Eğitim Enstitüleri’ne gidiliyordu. Bir önceki deneyimlerin üstüne yeni bilgi ve deneyimler eklemek üzere. Etti ikinci aşama. Buna bir de akademik aşamaları eklediğimizde bir merdivenin basamakları gibi başarıya, zirveye bilinçle uzanan bir yükselme. Pedagoji Bölümlerine devam edebilmek için her Öğretmen Okulu mezununun en az üç yıl ilkokul öğretmenliği yapması zorunluluktu.

SY: Hayatınızda geriye doğru baktığınızda iyi ki yapmışım dedikleriniz, bir de keşke yapmasaydım diye hayıflanmalarınız oldu mu?

HP: Böyle bir sorgulama pek aklıma gelmemişti. Nedense yaptığım her şeyi hep “İyi ki yapmışım” dedim. Hatta yaşadığım her şeyden bir ders çıkararak “İyi ki yaşamışım, elimde olmadan yaşamış olsam bile” dediğim çok olmuştur. Bunu da hayatı hep pozitif görme inancında olduğum için kazanım sayıyorum. Çünkü bu bilinç hayatın her zaman yaşanılacak derecede değerli olduğunun da farkına varmaya fırsat yaratıyor. Sorunuzu şöyle özetleyebiliyorum: İyi ki evden kaçmayı düşünebilmişim, o çocuk aklımla. Ama öncesinde iyi ki öyle bir ilkokul öğretmenim varmış. İyi ki Çapa’ya gitmişim. Beni anlayan bir eş seçmişim. Bir öğretmenim iyi ki beni ikna etmiş. İyi ki akademik yaşamı seçmişim. Bu alana olan aşırı tutkumla çok sayıda genci bu alana yönlendirdim. Saymadığım kadar çok gencin unvanının altında imzam var. Kaç lisans öğrencisine bir yol haritası hesabı yapmıştım. Kırk yaşında Prof. Olacaksınız’’ diye. Oldular ve çeşitli söyleşilerinde benim bu hesap işimi anlattılar. İyi ki sanat gibi bir alanı seçmişim, her şeyden önce kimliğimi dengeleyen, dünyayı toplumu, toplumsal sorunları anlatabildiğim, deşarj olabildiğim bir ifade aracım olduğu için.

Burada ünlü bilim adamı Profesör Victor Frankl’ı ve onun “İnsanın Anlam Arayışı” kitabını, onun yarattığı 3. Viyana ekolü sayılan Logoterapi konusunu özellikle gençlerimize salık veriyorum. Otuz, otuz beş yıldır üzerinde çalıştığım bir konudur Logoterapi. Çok sayıda konferans verdiğim. İkinci olarak önerim; Profesör Ken Robinson’un “Yaratıcılık, Aklın Sınırlarını Aşmak” ve “Okullar Yaratıcılığı Öldürüyor Mu?”, “The Element” kitaplarının mutlaka okunmasıdır. Youtube’dan, TED’den videolarının izlenmesidir. 2020’de ölen eğitimci Robinson’un savunduğu; “Eğitim sistemini, yaratıcılığı boğmak yerine besleyecek şekilde yeniden tasarlamak.”

SY: Bugün ülke yönetiminde söz sahibi olsaydınız, neleri değiştirmek isterdiniz?

HP: Bir önceki söylediklerim, örneklemelerim gibi elbette bu sisteme karşı neler yapılabileceği konusunda önerilerimiz, düşüncelerimiz var. Eğitim sistemini test gibi çentik işaretleme sisteminden kesinlikle kurtarmak. Bütün eğitim kurumlarında, ilkokuldan üniversiteye kadar, bilgi derslerini sabahtan öğleye kadar planlamak, öğleden sonraları adı kesinlikle ders olmayan “İnsani Değerler Eğitimine”; sosyal etkinliklere, sanat, spor, edebiyat, tiyatro, müzik, resim, heykel, seramik, söyleşi programları, toplu geziler, tartışma, konuşma, ifade edebilme programları, korolar, müzik grupları, kentte yaşlılar yurdu ziyaretleri, yardım kuruluşları, ören yerleri ve müze gezileri gibi tamamen kişisel ilgi ve seçime dayalı, nota, astım-kestim baskılarına izin vermeyen etkinliklere ayırmak. Bu saydıklarımı uygulayan eğitim kurumlarını gördüm yerlerinde. Biz çok şey bildiğini sanan ama insani değerleri yerlerde sürünen insan modeli mi istiyoruz anlamak zor.

SY: Gençliği hayata bakış, tutum ve davranış yönünden nasıl görüyorsunuz?

HP: “Ne ekersen onu biçersin” demişler. Buğday ekip mısır biçilemez. Bu nedenle kesinlikle gençlerimizi bazı ölçütlerle değerlendiremiyorum. Her gencimiz ailelerinin pırıl pırıl gözbebeğidir. Ama okul sistemimiz ve eğitim sistemimizi elinde bulunduranlar ailenin de toplumun da istediği insan modelini kendi kafalarına göre dizayn etmenin yollarını arıyorlarsa ve toplum buna karşı gerekli reaksiyonu gösteremiyorsa katmerli sorunları yaşamak kaçınılmazdır. Ülke eğitimini tasarlayanlar gençlerinin ellerini, gözlerini, kulaklarını, beyinlerini yaratmaya, üretmeye, yarattıkları ve ürettikleriyle paylaşım duygusunu yaşatmaya, başarılarının okşanmasına fırsatlar yaratmıyorlarsa, testlerden, sınavlardan, alacağı puanlardan başka bir alanda beklentisi olmayan gencimiz elindeki telefonu kurtarıcı gözüyle görecektir. Benim güzel sanatlar öğrencim saatlerce tuvali karşısında ne yapacağını, nasıl yapacağını düşünürken, boyarken, çizerken telefonunu eline bile almayı akıl etmez. Bir müzik grubunda gitar, bateri çalarken elinde telefonla mesajlaşan gördünüz mü? Aynı şeyleri halay çekerken, koroda şarkı söylerken, heykel yaparken, seramik boyarken yapar mı? Uygarlığı yaratan el, göz, beyin koordinesidir. Bu organlar gereğince ve yerine göre çalışmazsa dumura uğrar, kullanılmayan organların değişim geçirmesi gibi. İnsan beyni kendi fonksiyonları içinde bu organizasyonlarda yerini almadığında başka alanlara kayar. Diğer alanları körelir. Bunlar afaki laf salataları değildir, yaşamdan çok sayıda örneğin kazandırdığı deneyimlerin ifadesidir. Yazma, yazarak anlatma, çizme, boyama, şiir, öykü, roman, tiyatro yoğun düşünce ve beyin fonksiyonu gerektirir. Test sistemleri gibi robotik uygulamaların öğrencinin-gencimizin bu özelliklerinin yok ettiğinin ne zaman farkına varacağız? Yukarıda andığım Ken Robinson bunu uluslararası boyutta yerden yere vuruyor.

SY: Genç kuşaklara tavsiyeleriniz nelerdir?

HP: Okullar kendi kurallarını uygulamak zorunda kalabilirler. Ama hayat herkesin kendi bilinci içinde sorgulayacağı bir alandır. Siz hayatı sorgulamazsanız hayat çok katı, çok acımasız kurallar uygular.  Bu nedenle herkes bilgi dağarı yanında insani kazanımlarını kimlik torbasına doldurmak zorundadır. Bir elma bahçesine giren insan yerdeki çürük-çarıkları doldurmaz torbasına veya sepetine. Yerden de toplasa, daldan da en iyilerini seçmeye çalışır. Hayat da öyle bir meyve bahçesidir, ama her türlü meyvenin albeniyle sunulduğu bir meyve cenneti. Her gencimiz bu bahçeden sevdiklerini toplamasını, dağarını-torbasını kimliğini doldurmasını bilmelidir. Hiçbir konuda karamsar olmayın. Sir Winston Churchill "Bir karamsar her fırsatta bir zorluk görür; bir iyimser ise her zorlukta bir fırsat görür" der. İyimserlik bir yönden de insanın karşılaştığı sorunu yeneceğine olan inanç ve güvenin göstergesidir. Karamsarlık da yenilgiyi, pes etmeyi kabullenmekten başka bir şey değildir. Ulus olarak temel özelliklerimizden biridir, yeri ve zamanı geldiğinde mücadele ve başarıya inanma gücümüz. Ulusal Kurtuluş Savaşımız yeni baştan özümlenerek okunmalı, araştırılmalıdır. Mücadeleci, zorluklardan yılmayan bir ulusun bireyi olarak.

SY: Öğretmen adaylarına ve genç meslektaşlarımıza önerileriniz nelerdir?

HP: Kendine, mesleğine, öğrencilerine güven içinde bir eğitimcilik temel ilke olmalıdır. Bunun yolu da donanımlı olmaktan geçer. Kendi eğitim sistemimizi bilmek kadar dünyada olup bitenleri de takip edebilmek önemli muhakemelere fırsat yaratır. Bu bilinç en iyiyi, yeniyi, farklıyı araştırıcı, kalıplaşmaları, kemikleşmeleri kıran bir kimlik kazandırır. Öğretmen, yaşamını sonuna kadar etrafındakilerin bir sözcüğünden, bir düşüncesinden ders alınabilen insan demektir.  Bu durum elbette sadece okulla, dersle sınırlanamaz. Yıllar sonra karşılaştığınız bir öğrenciniz kısacık bir söyleşide bile sizden başka bir boyutta birkaç kelime duyabilmeli, kazanabilmelidir. Bu birikim elbette sürekli araştırmayla, öğrenmeyle, uygulamayla, yazmayla, çizmeyle, gezip görmeyle, sınama yanılmalarla, kendinizi sürekli yenilemeyle çok sıkı bağlantılıdır. Öğretmen ulusal kültüre, bu ülkenin onurlu bir bireyi olarak katkılarıyla özdeş olmalıdır. Sadece okulla, sınıfla sınırlı bir bakış açısı kısır bir döngü içinde bırakır.  Bu nedenle yabancı dille uluslararası bilgi kaynaklarına ulaşma ve daha çok kültürel zenginleşme olanağı sağlar.  Ne yapıp yaparak mutlaka bir ya da birkaç gelişmiş ülke görün. Kültür ve sanat merkezlerini gezin. Hatta öncülük edip öğrencilerinizden bir grupla çeşitli destekler arayarak onların yurt dışı deneyim yaşamasını, ufuklarını genişlemesini sağlayın. Dünyanın ne kadar geniş, kültür zenginliğinin ne denli farklı tatlar kazandırdığını, somut yaşamanın hazzını yaşayın ve yaşatın. Hangi kademede görevli olursanız olun, öğrencilerinizin adını öğrenmek ilk işiniz olsun. Hacettepe Üniversitesi Rektörü Profesör Tuncalp Özgen Üniversitedeki hangi fakülteden olursa olsun, bütün öğretim üyelerinin adını bilir ve koca konferans salonunda söz alan bir yardımcı doçente “Mustafa’nın dediği gibi” diye kesinlikle adını söylerdi. Bu sayı binleri kapsıyordu üstelik. Üç beş kişiyi değil. Hiçbir öğrencinizi kendinize göre sıfat takarak, “Gözlüklü, kıvırcık saçlı” gibi sıfatlarla anmayın. MÖ.1500’lerde İran kaynaklı bir inancın simgesi olan Ahura Mazda’ya göre “Dünyada en hoş olan şey, insanın kendisini geliştirip aşmasıdır.” İnsanın kendisini aşması için güçlü bir irade gerektirir. İradesiz insanın sıradanlıktan kurtulması da mümkün değildir. Sıradan bir birey, sıradan bir öğrenci, sıradan bir öğretmen olmak ya da olmamak işte bu irade gücünün kullanılmasına bağlıdır. Burada İnsan hakları savunucusu Martin Luther King’in bir sözü her zaman aklıma gelir. “Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse Michelangelo'nun resim yaptığı, Beethoven’in beste yaptığı veya Shakspeare’in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürülsün ki gökteki ve yerdeki herkes durup burada dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyormuş desin.”

Burada bir konu benim için çok önemli olduğundan özellikle vurgulamak istiyorum gençlerimize. Bizde çok kullanılan bir sözcüktür ya da tanımlamadır, Miras. “Bu ülke, bu tarih bize atalarımızdan miras kaldı’’ sözü gibi. Miras elbette geçmişten bu gün kalanlardır, ama mirasta kime, hangi nitelikte insana, topluma kaldığı belli değildir. Sonucu da belli değildir. Bu nedenle miras kalan şey paylaşılır, harcanır, yağmalanır, yok edilebilir. Bir mirasa mirasyedi gözü ile bakanlar çok olur. Güzel dilimizde de çok kullanılır bu söz. Çünkü yaşamda bunun çok çeşitli örnekleri vardır. Bu gibi belli sözcükler bilinçaltına bana göre özellikle yerleştirilir. ‘’Bana miras kaldı ya dilediğimi yaparım, satarım, kullanırım, paylaşırım’’ düşüncesi toplumumuzda çok yaygındır. Miras kavgaları kardeşleri, aileleri birbirine düşürür. Bunun yanında ikinci bir sözcüğümüz daha var: “Emanet!” Veliler “Çocuğumu size emanet ediyorum” der, içtenlikle. Bir eşyamızı,  gerekirse evimizi, kapımızı, bacamızı bir komşuya emanet ederiz, güvenerek. Mustafa Kemal “Miras bırakıyorum” demiyor, “Gençliğe emanet ediyorum” der.  Bunda temel dayanak, güvendir, emanet edilenin, emanet edilenler tarafından gözü gibi, hayatı pahasına korunacağının ifadesidir.

SY: Eğitime adanmış bir ömrü özetleyen bu güzel söyleşi size teşekkür ederiz, Hasan hocam.

HP:  Asıl ben teşekkür ediyorum. Konuşmamla, düşüncelerimle üst perdeden ders verir gibi olduysam bağışlayın. Bu nedenle, söyleşilerinizin, emeklerinizin çok önemli bir kaynak olduğuna-olacağına inanıyorum. Sağ olun, var olun…

-----------------------------------

(*) Röportaj: Prof. Dr. Süleyman Yılmaz, ASÜ Eğitim Fakültesi

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER