EĞİTİMCE RÖPORTAJ
GÜNDEMAksaray’dan 86 yaşındaki Cumhuriyet sonrası Köy Enstitüsünde yetişmiş, Köy Enstitüsü hayranı emektar öğretmenimiz Menekşe Koşar ve eşi öğretmen Ahmet Koşar ile röportaj gerçekleştirildi. Aksaray Üniversitesi eğitim Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Süleyman Yılmaz tarafından yapılan röportaj şu şekilde:
SY: Menekşe öğretmenim öncelikle sizi tanımak isteriz.
MK: 1936 senesinde Aksaray’ın Ilısu Kasabasında beş çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldim. Babam eğitmendi. O nedenle babam beni ilkokulda 1, 2, 3. Sınıfta okuttu 4. Sınıftan itibaren alıp, Konya’nın Ereğli İlçesindeki İvriz Köy Enstitüsüne bıraktı. Oku, adam ol, dedi. Çekti geldi. Köy Enstitüsüne gittiğimde on-onbir yaşlarındaydım. Böylece tahsil hayatım başladı. Köylerde üç sınıf vardı. İvriz Köy Enstitüsünde ilkokul 4 ve 5. Sınıfı uygulama kısmında okudum.
SY: Öğretmenlik mesleğini seçmede o dönemin şartlarında etkin rol babanızın mıydı, yoksa sizin de gönlünüzden geçen meslek bu muydu?
MK: Ben on, onbir yaşlarında, okumanın ne demek olduğunu bilmeyen, ancak 1, 2, 3. Sınıfları okumuş küçücük çocuğum. Babam git oku dedi, ama annem karşı çıktı. Saçlarını yoldu, kendini yerlere attı, parçaladı. Ama babam sen anlamazsın dedi. Geleceği var. Okuyacak, hayatını kurtaracak dedi.
SY: Anneniz neden karşı çıktı. Dönemin şartlarında kız çocuklarının okumasına mı karşıydı, yoksa küçüksünüz, hayatın zorluklarına katlanamazsınız diye mi?
MK: Hayır, kız çocuklarının okumasına karşı olduğundan değil. On yaşında küçük bir kız çocuğunu kendinden ayrı, uzaklara gönderme korkusu vardı. Anne şefkati işte. O çocuk gidiyor ve bir sene gelmeyecek. Şimdiki gibi telefon yok, konuşsun. Mektup var, o da ne kadar sürede gelir. Bir annenin korkusu buydu. Her annenin duyacağı korkuydu bu. Ondan karşı çıktı annem. Ama babam dirayet gösterdi, okuması gerekir, okuyacak, geleceği var dedi. Hatta küçük kardeşim vardı, erkek. Onu da gönderdi.
SY: Onu da Köy Enstitüsüne mi gönderdi?
MK: Tabi, İvriz Köy Enstitüsüne gönderdi. Onun da öğretmen olmasını sağladı, babam.
SY: Sizden kaç yıl sonra geldi kardeşiniz? Kaç yaş küçüktü?
MK: Ben 1946’da gittim, o 1948’de geldi. İki yıl var aramızda. Babamın döneminde askerde çavuş ve onbaşı olanlar, Köy Enstitülerinde kurslar varmış. İsteyen, arzu edenler o kurslara gidip, köylerde eğitmen olarak görev yapıyorlarmış. Babam 1943 yılında askere gitti, hatırlamıyorum altı ay veya dokuz ay kurstan sonra eğitmenlik belgesini alıp, atanmış köylere, orada 1, 2, 3. Sınıfları okutuyorlar ama çok güzel eğitim veriyorlardı. Babam benim de öğretmenliğimi yaptı. Onun sayesinde biz de okuduk, bu mesleği bize de aşıladı. Köy Enstitüsü okumayı, Allah bize nasip etti.
SY: Köy Enstitülerinin işlevi nasıldır?
MK: Köy Enstitüleri aslında okul değildir. Atatürk’ün amaçladığı çağdaş, ideal, küçültülmüş yaşam modelidir. Mustafa Kemal Atatürk, çalışmadan, yorulmadan, öğrenmeden, üretmeden geçinme yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler, önce onurlarını, sonra özgürlüklerini, daha sonra bağımsızlıklarını kaybetmeye mecburdur, demiş. Saffet Arıkan’ın bakanlığı zamanında 1936’da eğitmen kurslarıyla başlamış bu işler. Sonra Hasan Al Yücel’in bakanlığı 17 Nisan 1940 yılında da Köy Enstitüleri bizzat açılmıştır. O zamanki İlköğretim Genel Müdürü, İsmail Hakkı Tonguç’un katkılarıyla, bu okul başarıyla işleyişine devam etmiş. Köy Enstitüleri Genç Cumhuriyetin ancak gerçeğinden dünyada benzeri olmayan, bir eğitim reformudur. Köy Enstitülerinin kuruluş amaçlarından biri de, köylere ulaşmak ve köylüye önem vermektir. Köyde kalkınma, tarım, ticaret, üretim gibi alanlarda yetiştirme sağlamak amaçlarından biridir. Köy Enstitülerinde yetki ve sorumluluk ilkesi uygulanmıştır. Çocukların küçük yaşlarda bile yetki ver sorumluluk alarak, etkileşmesi, bağımsız düşünebilmesi, karar verebilmesi, kendini tanıyıp yönetmesi, kendi işlerini görebilmesi, çevreyle ilgili sorumluluklar alabilmesi Köy Enstitüsündeki eğitimin temelidir. Köy Enstitüleri, çocukları akıl ve bilimin aydınlık ışığında yönlendirerek, onları, insan, doğaya ve tüm öteki canlılara duyarlı, merhametli, sevgi dolu, özgüvenli, kişilikli, erdemli bireyler olarak emek veren, onların yüksek insanlık değerleriyle donatan kurumlardır. Bu okullarda iş içinde iş yaparak, bilgiyi yaşayarak, iş yaparak öğrenirlerdi. Öğrenirken de üretirlerdi. Bu okullarda demokrasinin bir yaşam biçimi olduğu öğretilirdi. Bilimsel, üretken, yaratıcı, sorgulayıcı, eleştirisel bir eğitim ile eğitilirlerdi.
SY: Köy Enstitülerinde nasıl bir eğitim verilirdi?
MK: Köy Enstitülerinde kültür derslerinden başka ileri usullerde ziraat dersleri, bağcılık, sebzecilik, hayvancılık, arıcılık, çiçekçilik, tavukçuluk, meyvecilik, makineyle ekin biçme, harman yapma, zahire hazırlama, dikiş dikme, dikiş makineleri kullanma, dokumacılık, bisiklete ve motosiklete binmek, mandolin çalmayı öğrenme, demircilik atölyelerinde, marangoz atölyelerinde çalışma, büyükbaş hayvanların öğrenciler tarafından otlatılması, sağılması, sütü yoğurt yapılır, tereyağı ayrılır, bunları okul kendisi harcardı. Bu okulu falso vermeyen çark olarak düşünün. Bu çark o kadar güzel dizayn edilmiş, o kadar güzel uygulanmış ki, hiç falsosu yoktu. 800, 1000 mevcutlu öğrenci sabah kalkar, temizliğini yapar, kahvaltıya gider, sonra toplantı meydanına gider, orada istiklal marşı söylenir, andımız okunur, ondan sonra idarecilerin öğrencilere veya öğrencilerin idarecilere iletmek istedikleri şeyler orada konuşulur. Ondan sonra kümeler nereye gideceklerini bilir. Bunlar çalışma kümeleridir. Kültür derslerine gidecekler sınıflarına, müzik derslerine gidecekler sınıflarına, demircilik işlerine gidecekler atölyelerine, marangoz işine gidecekler marangozhaneye, biçki dikişe gidecekler biçki dikiş atölyelerine, büyükbaş hayvanları ve koyun sürülerini otlatmak isteyenler ovaya, tavukçulukla ilgilenenler tavuk kümeslerine, arıcılıkla uğraşmak isteyenler arıcılık alanlarına, ziraata gidecekler ziraat alanlarına, bahçe işine bakacaklar bahçelere, meyveciliğe gidecekler meyve bahçelerine, çamaşır ile uğraşacaklar çamaşırhaneye, kısaca herkes nereye gideceğini bilir. Orada akşam etütlerinde okuma kültürü aşılanırdı. Tatile giderken bile önerilen kitapları alır, okur, özet çıkarır, öğretmenlere teslim ederdik.
SY: Burada şunu sormak isterim. Bu seçim kabiliyete göre mi oluyor, yoksa dönüşümlü herkes her uygulama istasyonuna gitmek durumunda mı?
MK: Evet, dönüşüm yapıyorlar. Herkes her uygulama alanına gitmek durumunda. Eğer kabiliyeti yoksa bile öğrenmeye çalışıyor. Öğrenecek, mutlaka öğrenecek. Öğretmenlerimiz o kadar güzel insanlar, işini o kadar güzel yapar, işi o kadar güzel öğretirler ki, sizin öğreneme şansınız yok. Orada, Köy Enstitülerini anlatmak için, görmek, yaşamak gerekir. Hocalarımız donanımlı, bilgili, görgülü, tam bir anne-baba, küçük yaşta evini yuvasını terk etmiş çocukların o okullara bağlanması için ne gerekli ise yapan birer aile anneleri, babalarıydı onlar. Yaşayan varsa, zannetmiyorum, eğer hayatta ise sağlıklı uzun bir ömür versin, ölenlere Tanrıdan rahmet diliyorum. Onları hiç unutmadık, unutmayacağız da.
SY: Okulda sağladığınız kazanımlar nelerdi? Mesele bir kız öğrenci olarak gittiğinizde neleri öğrendiniz?
MK: Şimdi, okul bana mezun olduktan sonra yaşamımı sürdürebilmem için ne gerekliyse, aşıladı. Bir de çevremize faydalı olmak açısından donanım sağladı. Bugünkü öğretmenlik gibi değil! Orada küçücük yaşta bize, sen örnek olacaksın, sen öğretmen olacaksın, her cümlenin başında beynimize bunu işlediler. Senin hiç davranış bozukluğu yapmaman gerekir, yalan söylemeyeceksin, örnek ve önder insan olacaksın, demokrasiyi iyi kavrayacaksın, vatanını, milletini, bayrağını seveceksin. Bunlar işlendi beynimize. Atatürk ilkeleri işlendi bize. Biz yaşamımız boyunca eşimle beraber aynı ilkeleri uyguladık.
SY: Eşinizle orada mı tanıştınız, yoksa mesleğe atanınca mı tanıştınız?
MK: Yok. Eşimle beraber aynı Ilısu Kasabasındanız. Komşu çocuğuyuz. Orada tanımıyordum. Hiç de konuşmuşluğum yoktu.
SY: Okula eş zamanlı mı başladınız?
MK: Hayır değil. Babam benimle beraber 13-14 çocuğu köyden alıp, İvriz Köy Enstitüsüne getirdi. Benim yanımda bir kız, diğerleri erkek olarak kayda gitti. Babam onlara da öncülük yapmış oldu. Ama onları almadılar. O dönemde karma eğitimdi. Bir kız bir erkek öğrenci alıyorlardı. Benim yanımda babamın arkadaşının oğlunu aldılar, diğerlerini almadılar.
SY: Diğerlerinin yanında karşıt cinsten birileri olsaydı alırlar mıydı?
MK: Evet. Onlarla beraber kız çocukları olsaydı, onları da alırlardı.
SY: Karma eğitim olduğundan mı böyle tercih yaptılar?
MK: Evet. Karma eğitim 1940’ta başlamış, 1950’ye kadar devam etmiş. 1950’de Menderes’in başa geçmesiyle karma eğitim son buldu. Türkiye’deki 21 Köy Enstitüsündeki bütün kızlar İzmir şimdiki Şirinyer adındaki Kızılçullu’ya taşındı. Orada 2 sene eğitim gördükten sonra orası Türkiye NATO’ya girdiğinden dolayı NATO Karargâhı oldu. Buca ile İzmir arasında Türkiye’nin çok güzel okuluydu. Sonra 21 Köy Enstitüsünden gelen kızları ikiye böldüler. Bir kısmını Bolu’ya gönderdiler, bir kısmını da Beşikdüzü’ne gönderdiler. Bizim Kayseri, Sivas, Niğde ili de Bolu’ya ayrılmıştı ama orada mevcut fazla gelince bizi Beşikdüzü’ne gönderdiler. Biz Beşikdüzü’nden mezun olduk.
SY: Eğitim döneminiz toplam kaç yıl sürdü.
MK: Benim Köy Enstitüsündeki tahsil hayatım, ilkokul 4 ve 5. Sınıfla birlikte toplam sekiz yıl sürdü. İki yılı ilkokul, altı yılı öğretmen okulu olarak.
SY: Peki orada unutamayacağınız hatıralarınız neler oldu?
MK: Dedim ya idareciler çok babacan diye. Bir gün babam erkek kardeşimi kayıt ettirmek için getirdi. İdareye gittik, almadılar kardeşimi. İdareden çıktık, babam bana kızım, git ya kaydını silsinler, ya da kardeşini de alsınlar, öyle söyle dedi. O zaman müdür yardımcılarına eğitim başı denirdi. Ben de gittim, idareciye efendim benim köyüm uzak ya banim kaydı mı silin, ya da kardeşimi de alın, ben rahat gidip geleyim dedim. Bana şöyle baktı, kızım dedi, ne senin kaydını silebilirim, ne de kardeşini alabilirim, eğer mevcutta açık olursa söz ilk senin kardeşini alacağım. Ben çıktım, babam çok üzgün bir şekilde kardeşimi de alıp, döndü. Aradan bir iki ay geçti. Bana dediler ki, seni idareden çağırıyor dediler. İdareden çağırılınca hepimizin ödü kopar. Bir vukuat mı işledik, bir suçumuz mu var diye. Oraya normal zamanlarda çağırmazlar. İdareye ancak böyle durumlarda çağrılırdı. Ben korktum. Bir şey yapmadım ki, idareden istesinler, benim suçum yok ki diye içimden geçirdim. Korka korka gittim, kapıyı çaldım, içeri girdim. Efendim beni istemişsiniz dedim. Gel küçüğüm sana ben bir söz vermiştim, dedi. Bir idarecinin küçücük bir çocuğa verdiği sözü iki üç ay sonra tutması. Senin kardeşini alacağım dedi. Hemen taahhütlü mektup yaz, ailene gönder dedi. Ben de efendim ben taahhütlü mektup yazmayı bilmiyorum ki dedim. Normal mektubu nasıl yazıp gönderiyorsun dedi. İsim ve adresleri yazıp, üstüne bir pul yapıştırıp, gönderiyorum dedim. İşte dedi o pulun yanına bir tane pul yapıştırırsan taahhütlü mektup olur dedi. Böylece taahhütlü mektubun ne olduğunu öğrenmiş oldum.
SY: Eğitim Fakültesinde de hatıralarınızı dinlemiştim. Tahta bavulla okulunuza gitmenizi anlatmıştınız. Yanlış hatırlamıyorum, değil mi?
MK: O zaman deri bavul falan ne gezerdi. Tahta bavul ve ortası iple bağlıydı. Bunu da unutmamak lazım. Düşünün 1946 yılları, taşıt yoktu o zaman. Siz bilmezsiniz o yılları. Koca Aksaray’da bile bir veya iki tane kamyon var sadece. Babam, onüç öğrenci onalar içinde eşim de var. Kamyonun arkasına bindik. Yol yok, ham yollar. Kamyon gittikçe, topraktan un değirmeni gibi toz yükseliyor, Ereğli’ye vardığımızda elbisemiz, üstümüz, başımız, yüzümüz, kirpiklerimiz hep toza bulanmıştı.
SY: Köy Enstitüsünden sonra sizleri göreve atamalarını nasıl oldu? Süreç nasıl işledi?
MK: Oradan mezun olunca elimize diplomalarımızı elimize verdiler. Haydi, bu diploma sizin artık, memleketinize gidin, bulunduğunuz ilinizde müracaat edin, tayininizi yaptırın dediler. Üç il hakkımız vardı. O zaman öğrenciler, Türk Bayrağının dalgalandığı yer neresi olursa olsun, ben giderim, orada görev yaparım diyordu. Gençtik, hevesliydik. Eşimle nişanlanmıştım. Niğde’ye müracaat ettik. Tayinimiz Çimeli’ye yapıldı. Üç sene orada çalıştık. Ondan sonra eşim askere gitti. Tayinimi Ilısu’ya yaptırdım. Eşim de askerlik dönüşü Ilısu’da göreve başladı. Ilısu’da sekiz sene çalıştık.
SY: Öğretmenlik yaptığınız sürede köy ve köy halkı ile ilişkilerinizden bahseder misiniz?
MK: Şimdi, köyle iç içeydik. Her özel günde, yılda üç defa müsamere veriyorduk. Köylüye müsamere düzenleyip, gösteriyorduk. Bayramlarda, milli bayramlarda köy meydanlarında çocukları toplayıp, resmi geçitler ve törenler yapıyorduk. Konuşmalar yapılır, şiirler okunur, halktan isteyenler konuşturulurdu. Gündüz eğitimle beraber, gece kadınlara okuma yazma kursu da verdim. Köylüyle iç içeydik.
SY: Uygulamalarda neler yapıyordunuz?
AK: İlacını veriyorduk, iğnelerini vuruyorduk. Bir nevi sıhhiyecilik görevi de yapıyorduk. Evlere gidip, sıkıntılarını dinliyorduk. Onların problemlerini Valiyle, Kaymakamla temas kurarak problemlerini iletiyor, gerekli yardımı sağlıyor, çözüm üretiyorduk. Bunlara aracı oluyorduk.
MK: Köy Enstitülerinden mezun olurken bir şart vardı. Bir kurstan belge almanız lazımdı. Mesela; sağlık, ziraat, müzik. Bu kurslar seçmeliydi. Ben de sağlığı seçmiştim. Köye gidersem hem kendime hem çevreme faydalı olurum dedim. Köyün doktoru yok, hemşiresi yok. Siz öğretmenlikle birlikte sağlık hizmeti de vermek durumundasınız. Sağlıktan belgem hala duruyor. Okuldan geldiğimde köy halkı ellerinde hasta çocukları sıra olurlarmış. Gelemeyecek durumda olanların evine giderdik. Köyde evde su yok, elektrik yok. Kendi çocuklarıma yemek pişirmek gerekir. Ama ben önceliği köy halkına vermişim. Evi ikinci plana bırakıyordum. Çünkü bize öyle öğretildi, öyle aşılandı. Yazları kendi sebzemizi kendim yetiştirdim köyde. Kendi ihtiyacını herkes kendisi karşılardı. O zamanlar kimse sebze, süt satmazdı. Ayıp karşılanırdı. Size süt verip, parasını almazsa, siz nasıl tekrar süt istersiniz. Onun için ben de bahar gelince üç aylık yaz tatili için üç beş keçi alır, köyün sürüsüne katıyor, sütünü sağıp, yoğurt, ayran, tereyağı yapıyordum. Hem onlara örnek oldum, hem kendi üretimi kendim sağlardım.
SY: Ahmet öğretmenim o dönemde sizin köylülerle ne tür uğraşlarınız nelerdi?
AK: Köy kahvehanelere gider, sohbet eder, sorunlarını dinlerdik. Milli oyunlardan, folklordan oluşan müsamereler, konferanslar, türküler, şarkılar düzenlerdik. Köy meydanında veya okulda sergilerdik.
SY: Size göre öğretmenlik mesleği nasıl tanımlanabilir? Bu meslek nedir, nasıl olmalıdır?
MK: Öğretmenlik bir nevi çevresine ışık, aydınlık veren, devamlı kendinden veren, küçük öğrencileri seven okşayan, onları bilgi yumağına saran meslektir. Siz de bu mesleğin içindesiniz. Bu mesleğin güzelliklerini iyi bilirsiniz.
SY: Peki eskinin öğretmenlik mesleği anlayışı ile şimdinin öğretmenlik mesleği anlayışı arasında bir fark görüyor musunuz? Yeni jenerasyonun bu meslekteki hal ve hareketlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
MK: Var zannederim. Biz köylerde çalışırken, müfettiş yok, müdür yok, imkân yok. Ama bir saniye derslere geç girmeden, sobayı öğretmen yakar, sınıfı öğretmen temizler, tamirat, tadilat öğretmen tarafından yapılırdı. Şimdi idareciler tarafından yapılıyor. Şimdiki öğretmenler hazır sisteme geliyorlar.
SY: Öğretmenlik mesleği pedagojik nosyonu açısından o dönemdeki çocuklarla münasebetler nasıldı? Şimdiki öğretmenleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
MK: O zamanlar, gençler daha sıkıydı. Öğretmen hem öğrenciyle, hem de köylüyle iç içedir. Bir yumak gibi. Ama şimdi öğretmen dersini veriyor, okulu terk ediyor. Biz rapor bilmezdik, izin alma bilmezdik. Durmadan çalışırdık. Çalışmaya adanmış bir mesleğimiz vardı. O şekilde öğretilmiştik.
AK: O zamanki öğretmen ile bugünkü öğretmen arasında çok büyük fark var. Günümüzde siyasi unsurlar, para kavramı biraz daha ön planda. O dönemde öğretmen idealistti. Atatürk ilkelerini benimsemiş, çağdaş bir toplum yaratma zihniyetiyle hareket ediyordu.
SY: Yeni nesli nasıl görüyorsunuz?
MK: Yeni nesil teknolojiyi kullanma açısından daha bilinçliler. Ama sosyal yönden bilinçli değiller. Teknoloji insanlar arasında, özellikle gençler arasındaki münasebetleri, bağları, değerleri zayıflattı. Eskiden mahalle kültürünün gereği, insanlar ve çocuklar hep beraberdi. İnsanları meşgul eden teknolojiler yoktu. Sohbet vardı, dayanışma vardı. Oturup, kalma vardı. Telefon, televizyon, bilgisayar tüm bu bağları zayıflattı. O zaman çocuklar, doğal oyuncaklarla ve doğal oyunlarla oynardı. Yemeği bile düşünmezdi, ekmeğe yağ veya salça süren kendini sokağa atardı. Sokaklarımız, çevremiz güvenliydi. Kendi oyuncağını kendisi yapardı. Kendi aralarında oyunlar kurardı. Şimdi varsa yoksa telefon, internet. Şimdikiler, eskinin oyunlarını bilmiyorlar. Doyasıya oynayamıyorlar. Özgürlükleri de sınırlandı. Okula ya ebeveyn ile ya da servisle gitmek zorundalar.
SY: Genç öğretmen adaylarına ve öğretmenlere mesleğin duayen isimleri olarak neler önerirsiniz?
MK: Bu mesleği seçtiyse, severek başlayacak, çocukları çok sevecek, görevini hiç aksatmayacak, ayrım yapmayacak, zamanında görevine gelecek. Vicdanlı olacak, çocukları sevecek, başını okşayacak, gerekirse burnunu silecek. O çocuklar o kadar güzel ki, o kadar sevimliler ki, sana o kadar bağlılar ki, öğretmenler de onlara o şekilde bağlanıp, onları çok sevmelerini, vatan sevgisini, millet sevgisini, Cumhuriyet aşkını gerektiği gibi aşılamalarını istiyorum.
SY: Bugün ülke yönetimini size verseler, ne yapmak istersiniz?
MK: Ülke yönetimini elime verseler, ilk iş ekonomiyi düzeltirim. Çünkü ekonomisi düzgün olmayan bir millet ilerleyemez! Eğitimi ele alır, eğitimi en güzel şekilde, medeniyetin gerektirdiği şekilde uygulardım. Hiç beklemeden, hiç düşünmeden Köy Enstitülerini açardım. Eğer Köy Enstitüsünde okusaydınız, siz de aynı şeyleri düşünürdünüz. Orası bambaşka bir yer, hem okuyor, hem öğreniyor, hem üretiyor. Fidan dikiyor, çukur kazıyor, fidanı yetiştiriyor, budamasını, sulamasını yapıyor, sonra meyvesini topluyor. Tıpkı çocuklar gibi. Öğrenci orada kuluçka makinesini kullanıp civciv çıkarıp, onları büyütüyordu. Yumurtası mutfakta yeniyor, arıcılık yapılıyor, bal sağlanıyor, ekin tarlalarında buğday, ekin, çavdar ekilirdi, o kadar güzel sebze bahçelerimiz vardı ki, taze taze toplanır, bir kısmı mutfakta tüketilir, fazlası döner sermayeye katkı oluyordu. Sığır sürüleri vardı, öğrenciler onları yaz boyunca otlatır, süt ve süt ürünleri elde edilir. Biçki dikiş kurslarımız vardı. Bizler biçeriz, kalıpları hazırlarız, öğretmenlerimiz kontrol eder, bizler dikerdik. Kızlar yatakhanenin nevresimlerini, yastıklarını, çarşaflarını kendileri dikerdi. Öğrenci bir binanın temeli kazar, duvarını örer, marangoz işlerini kapı penceresini tamamlar, çatısını kurar, boyasını, badanasını yapar. Dışarıdan gelen bir şey yok. Müthiş bir çark vardı. Hala bu çark nasıl işletilir, aksamdan bu düzen nasıl sağlanır, diye hala hayret ederim. Oradan mezun olan bir kişinin mesleksiz kalmasına imkân yoktur. Hangi öğrenci hangi alanda başarılı ise o aletleri kullanırdı. 800, 1000 öğrenci sistemli bir şekilde içtimadan sonra görev alanına dağılır, karınca gibi çalışırdı.
SY: Köy Enstitüleri ile ilgili karalama yapanlara ne dersiniz?
MK: Ben karma eğitimde Köy Enstitüsünü kötüleyen ifadeler kullanıldı. Ben küçücük bir çocuk olarak başladım. Bir tek insanın biri birine ve öğrencisine veya öğretmenine yan gözle baktığına şahit olmadım. Hiçbir kötü şeyle karşılaşmadım. Köy Enstitüleri haksız propagandalara kurban gitti.
SY: Köy Enstitüleri kısa dönemde müthiş bir etki bırakmış.
MK: Evet, 1940’tan 1954’e kadar işledi. Birgün yanılmıyorsam Belçika’dan bir heyet Köy Enstitüsü mezunu bir yazar olan Mahmut Makal’ı görmek, yaşadığı yeri tanımak için Aksaray’a gelmişler. İvriz’den mezun ve geçen sene öldü. Tüm Türkiye’deki Köy Enstitülerini gezmişler, filme almışlar. O esnada avukat oğlum Doğan’ı bulmuşlar. Doğan onlara benim annem babam da İvriz Köy Enstitüsünde okumuş, demiş. Bize geldiler, konuştuk. Dediler ki, Türkiye Köy Enstitülerini kapatmakla çok büyük kayıp vermiştir. Şimdi biz Köy Enstitüsü projesini geri kalmış ülkelerde uygulamak için çalışmalar yapıyoruz, geldik, inceledik, raporlar aldık, gidiyoruz dediler.
AK: Biraz önce bir soru yöneltmiştiniz. Ülke yönetimi size verilseydi, ne yapardınız diye sordunuz. Çok önemli bir sual bu. Bu soruyu gerçekleştirmek için önce Yurtta barış, dünyada barış ilkesini uygulamak isterdim.
SY: Son sorumuz. Eşinizle birlikte hem çalışıp, hem çocuklarınızı yetiştirirken, hayata hazırlarken karşılaştığınız zorluklar oldu mu?
MK: Dört tane çocuğum oldu. Büyük kızım hukuk okudu, Yargıtay’dan emekli, Ankara’da yaşıyor. İkinci oğlum da hukuk okudu, Aksaray’da avukat. Üçüncü kızım diğeri bankadan emekli. En küçük oğlum Londra’da yaşıyor. Bizim zor günlerimiz oldu. Okul, halkın gece dershaneleri, dört tane çocuk, kreş yok, elektrik yok, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi yok, elektrik süpürgesi yok. Herşey sizin elinizden geçmek zorunda. Hayatı paylaştığımızdan, eşimin desteği oldu. Ama yükün yoğunluğu benim üzerindeydi. AK: Çocuklarımızı yetiştirirken uyguladığımız kurallar; doğruluk, dürüstlük, namus ve faziletti. Bunları öğreterek bu makamlara getirdik evlatlarımızı.
SY: Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
AK: 68-69 yıllık evlilik hayatımızda birbirimize saygı ve sevgide kusur etmedik. Evliliğimizi böyle sürdürdük.
SY: Bu güzel sohbet için zaman ayırdığınız için sizlere çok teşekkür ediyorum.
AK: Biz de size teşekkür ederiz.
MK: Biz sana teşekkür ederiz. Ayağınıza sağlık.
İlginizi Çekebilir