TÜRKİYE’NİN YAKIN TARİHİ -1-
24 Ekim 2018, Çarşamba 09:56Bir daha fark ettim ki insanımız hem de yakın tarihe meraklı olduğunu iddia eden insanımız bilmesi gereken olayları dahi yüzeysel biliyor. Böyle olunca da yaptıkları yorumlar ciddiyetten uzak kalıyor. “Amerika yeniden keşfedilmez” ikazı meşhurdur bilirsiniz. İkaz diyorum çünkü daha önce yapılmış, denenmiş şeylerde yeniden farklı sonuçlar beklemenin beyhude olacağını da ifade eder. Bu cümleyi hatırlatmamın sebebi Osmanlı’nın son döneminde günümüze benzer sorunlar yaşandı ve hayal edilemeyecek neticeleri oldu. Bugün de eğer benzer mevzular gündemdeyse tarih ilmine kulak vermek gerekiyor. Bunu yaparken de kaynaklara gitmek gerekiyor. Ben de bu sayfadan kaynağın aslına gidemeyen, gitse de o kaynaktan istifade edemeyenler için özetler yazacağım. Elbette en iyisi dediğim gibi kaynağın aslını bizzat okumaktır. Örneğin resmî gazete arşivi inanılmaz bir kaynaktır. Ya da meclisin arşivindeki zabıt tutanakları yine birinci elden kaynaklardır. Velhasılı ben de üzerime düşeni yapmak istiyorum. Duygusallığa, taraftarlığa fırsat vermeden kaynakların asıllarından ülkemizin yakın tarihi hakkında özetler yazmak ve sizlerle paylaşmak istiyorum.
Meşrutiyetten Cumhuriyete nasıl geçildi/gelindi?
Bugüne uzanan yansımalarıyla II. Meşrutiyet elbette Türkiye’nin çok önemli bir dönüm noktasıdır. Yakınçağ Türk tarihi açısından önemli bir dönüm noktası olan II. Meşrutiyet, daha önceki yenileşme ve modernleşme çabalarının devamı olarak algılanmalıdır. Lale Devri ile başlayıp Tanzimat, Islahat ve I. Meşrutiyet dönemleriyle tamamlanan bu hareket, uzun soluklu batılılaşma serüveninin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı’nın yenileşme başka bir ifadeyle değişme sürecinde Tanzimat’ın önemi kuşkusuz çok mühimdir. Tanzimatla birlikte birçok şey artık eskisinden çok farklı bir süreçte ilerleyecekti. Müslim ve gayrimüslim nüfus arasında sonraki senelerde meydana gelecek birçok olayın bu süreçle birlikte hızlandığını söylemek zor bir tespit olmasa gerektir. Ulusların yaşadığı problemler elbette bir anda başlamamıştı.
Yüzyıllık büyük sorun, yani uluslar sorunu her yerde patlak vermekte ve imparatorluğun hayatını tehdit etmekteydi. Sırp, Yunan derken Mısır’daki ayaklanmalar artık ıslahatların kaçınılmaz olduğunu devrin idarecilerine gösteriyordu. Kaçınılmaz olan bu ıslahatların yöntemi, niteliği tartışılıyordu. Sadece idarî aksaklıklar değil, aynı zamanda malî yönden de ciddi problemler vardı. Kısacası Osmanlı eskisi değildi ve değişim kaçınılmazdı.
1789 Fransız Devrimi sadece Fransa’yı ilgilendirmekle kalmayan çok önemli bir olaydır ve etkileri farklı zamanlara ve coğrafyalara yansımıştır. Bu devrimin en önemli etkilerinden birisi de imparatorluklar bünyesinde yaşayan millî grupların eşitlik isteyen “millet” olmak istemeleriydi. Ki Tanzimat’ın bir amacı da buna paraleldi. Farklı dinî ve etnik gruplardan teşekkül eden tebaayı bir millet haline getirmekti. Yeni şartlarda bir vatandaşlık oluşturma teşebbüsü olan Osmanlıcılık fikri nazariyeden öteye gidemedi. Savaşlar, ekonomik çöküntü, Balkanlar’daki toprak kayıpları, Kafkasya ve Balkanlar’dan göçmen akını gibi gelişmeler sebebiyle yerini İslâm dayanışması (ittihâd-ı İslâm) siyasetine bıraktı. Ama bu siyaseti zedeleyen pek çok hadise oldu. Bunlardan yeri geldiğinde bahsedeceğiz.
***
ANDIMIZI GÜNDE KIRK DEFA OKUMAK
Dünde yazdığım gibi zarf değil de mazruf konuşulmalı. Yani meselenin dışından içine bir türlü gelinmiyor. Adeta ceviz elden ele dolaşıyor da yiyen yok. Yiyeceğim diyeni dövdükleri gibi kendileri de yemiyor, zehir ediyorlar!.. “Öğrenciler andı okusa ne olur okumasa ne olur?” diyerek işin içinden sıyrıldığını, beylik cümlesiyle konuyu kapadığını sanan farklı ideolojide olanlar var. Bizzat bana soruyorlar. Yani andımızı savunduğum için bana kendi görüşünün doğruluğunu kabul ettirmeye, hiç olmazsa susturmaya çalışıyorlar. Mesele salt bir haklılık-haksızlık değil ki! Mesele en başta bağcıyı dövmek yerine üzüm yemek olmalı.
Şimdi ben de şu suale cevap istiyorum: Günde beş vakit namazda kırk defa Fatiha suresi okunuyor mu? Bu surede ne diyoruz biz?
Surenin ortalarında “Din gününün tek sahibi olan Allah’ım ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz” diyoruz değil mi? Şimdi bizler Müslümanlar olarak dinin emrettiği pek çok şeyi yapmazken, Fatiha’da dediğimizle ters düşerken suç surenin mi yoksa bizim mi? Yani yolda değil yolcuda problem var değil mi?
Çocuklar andımızı okuyormuş da yine de doğru, çalışkan olmuyormuş! İyi de biz yetişkinler de dediklerimizi yapmıyoruz. Bakın sosyal medya hesaplarındaki paylaşımlara. Sanki herkes Namık Kemal, Mehmet Akif Ersoy. Yani dürüstlük abidesi. Ama sokakta yere tüküren, trafikte vahşileşen, sadece 1 TL için adam öldüren (yaklaşık bir yıl önce İstanbul’da wc ücreti için) yine aynı kişiler. Konuyu uzatmak istemiyorum ama haddini aşanlara da gücüm yettiğince cevap vermek niyetindeyim. Meydanı boş bulanlar iyice azıttı da onun için!