YETİM MUSTAFA
22 January 2024, Monday 12:48Mustafa, karlı bir kış günü iki bacağı üzerinde koşarak ayrıldığı köyüne, dokuz yıl sonra güneşli bir bahar sabahı tek bacağı üzerinde girdi. İki kolunda koltuk değnekleri, üzerinde Cafer Kumandanın hediye ettiği üniforma. İçinde, derinlerinde, her geçen gün büyüttüğü bir özlem, ana şefkati, yar koynu, evlat kokusu. Eksik de olsa dönmeyi başarabilen az sayıda vatan evladından biriydi Mustafa...
Dokuz koca yıl boyunca yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını kan ve barut kokan topraklara gömdü. Acılarını, yüreğindeki derin kör kuyuların içine sakladı. Köyün taşlı yollarından geçip çeşme başına yaklaştıkça, ne eksik bacağını hisseder oldu, ne de dokuz yılın hediyesi tüberkülozun ( verem) genzinde hissettirdiği kanın tadını. Tek bacağı üzerinde ilerledikçe, vuslatın sıcaklığını hissetmeye başladı. Mustafa çeşme başına oturup biraz soluklandı, kana kana su içti...
Az sonra, yanında merkebiyle köy eşrafından eski imam Halil Emmi yaklaştı. Üniformalı birini görmek heyecanlandırdı Halil Emmi'yi. Giden kolay kolay gelmezdi geri bu topraklarda. Uzunca bir süre Mustafa’nın gözlerine baktı. Yüzünü, saçlarını okşadı. Dudakları belli belirsiz titremeye, gözleri dolu dolu nemlenmeye başladı. Hırıltılı bir ses tonuyla ağzından tek bir kelime çıktı dışarı. Sanki dokuz yıldır mahpustu ağzında, ‘’Mustafa’m’’
Sarıldılar doyasıya. Hıçkırarak ağlayan Mustafa şaşırdı haline, ‘’Demek hala dökecek gözyaşım kalmış’’ diye geçirdi içinden. Halil Emmi, bir şey söylemeden kolundan tutup biraz ilerideki evine götürdü Mustafa’yı. Avlunun tahta kapısından içeri girip, tahta bir sandalyeye oturttu. Halil Emminin ağlaması hala son bulmamıştı...
Kendini biraz toparlayıp beyaz mendiliyle gözlerini sildi. Hafif bir tebessümle, "Hoş geldin Mustafa’m",.. Nasılsın, diyebildi.... Mustafa, sessiz bir şekilde, ‘’şükür’’’ dercesine sağ elini kaldırıp iki göğsünün ortasına koydu. Yorgun gözleriyle Halil Emmi'nin gözlerine baktı. Heybesinden bir zarf çıkarıp Halil Emmi'ye uzattı...
Köydeki okuma yazma bilen birkaç kişiden biri olan Halil Emmi zarfı açtı, okumaya başladı. Cafer Kumandanın imzasıyla biten mektup, Mustafa’nın Tüberküloz olduğunu, Çanakkale’de bir bacağını kaybettiğini ve artık konuşamadığını bildiriyordu. Yetmiş yaşındaki Halil Emmi nice savaşlar görmüş, açlık çekmiş, tarifsiz acılar yaşamış biriydi fakat biraz sonra Mustafa’ya anlatacaklarının acısı her şeyin üzerine taht kurup oturacaktı...
Mustafa’m, Yiğidim. Anlıyorum hissettiklerini, heyecanını. Yıllar önce ben de köyüme dönüp aileme kavuştuğumda, gayri ölüm de gelse hoş gelsin derdim. Siz köyden ayrıldıktan üç yıl sonra annen vefat etti. Karın Zehra bebeğiyle ortada kaldı. Sizden bir haber alınamayınca öldünüz sandık. Ne bir mektup geldi, ne bir haber, ne de gidip de geri dönen biri. Ortada kalan muhtaç kadınlar harbe giden erkeklerin yakınlarıyla evlendirildi. Zehra’da küçük kardeşin Hasan ile evlendi. Senin oğlun Ali’de Hasan’ı babası biliyor. Ama artık Ali demiyorlar, Mustafa diye değiştirdiler adını. Halil Emmi yutkuna yutkuna, hıçkıra hıçkıra olan biteni anlatmaya devam etti...
Mustafa duydukları karşısında önce tepkisiz kaldı. Göz damarlarının kızardığı fark ediliyordu. Artık daha acısını yaşamam dediği her olaydan sonra daha katmerlisini yaşamıştı dokuz yıl boyunca. Ayağa kalktı. Koltuk değneklerine tutunup kapıya yöneldi. ‘’Nereye oğul’’ diye seslendi Halil Emmi. Mustafa mektubu uzatıp parmağıyla bir yeri işaret etti. Parmak ucunun gösterdiği yerde ‘’Kolağası Cafer’’ yazıyordu. Halil Emmi anladı Mustafa’yı. Geldiği yere geri dönecekti...
O gün Halil Emmi Mustafa’yı bırakmadı. Geceyi beraber geçirdiler. Gece geç saatlere kadar Cafer Kumandana bir mektup yazdı Halil Emmi. Tüm olan biteni uzunca anlattı. Sabahın ilk ışıklarıyla yine hıçkıra hıçkıra yolcu etti Mustafa’yı. Heybesine biraz para, biraz azık koydu. Mustafa’yı Halil Emmi’den başka köyde gören olmadı...
Mustafa, bazen yaya, bazen katır üstünde sekiz günlük zorlu bir yolculuğun sonunda Cafer Kumandana ulaştı. Halil Emmi'nin mektubunu okuyan Cafer Kumandan her şeyi öğrendi. Mustafa’yı evine aldı, kendi evlatlarına göstermediği şefkati Mustafa’ya gösterdi. Mustafa her geçen gün daha da durgunlaştı. Hareketleri anlamsızlaştı. Bir müddet sonra akli dengesini kaybetti. Tüberkülozu ağırlaştı. Mustafa, yağmurlu bir tan vakti, sabah ezanı okunurken Cafer Kumandan'ın kollarında hayata gözlerini kapadığında 29 yaşındaydı...
Ve karısı Zehra, Mustafa’m bir gün döner gelir diye, ölene kadar her öğünde sofraya bir tabak fazla koydu. Zehra 64 yaşında vefat ettiğinde, avucunda Mustafa’sının mendili vardı...
1. Dünya Savaşı'ndan başlayarak Kurtuluş Savaşı sonuna kadar cepheden cepheye koşan 2.800.000' den fazla Mehmetçiğin acı dolu öyküsünden sadece birisi Mustafa'nın dramı! ...
Bugün biz rahat nefes alalım diye o günlerde büyük bir bedel ödedi Türk Milleti.
Ne büyük çileler yaşandığını bir düşün kardeşim ve bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı. Bayrağını, haritasını ve sınırlarını başkalarının çizdiği topraklarda değil, bedeli kanla, canla, gözyaşlarıyla ödenmiş topraklarda yaşıyoruz. Tek görevimiz bunun kıymetini bilmek ve sahip çıkmak. Bu kadar zor mu?
1905 yılında Şam' da başlayan vatana hizmet görevini nerede ise kesintisiz olarak 1922 yılı sonuna kadar savaş meydanlarında geçirdi. Bu esnada uykusuz geçen yüzlerce gecesi oldu. Yatacak yatağı olmadı, doğru dürüst gıda bulamadı. Mehmetçik aç iken yemek bile yemeden geçen yıllardı o yıllar. Sonra Trablus'ta böbrekleri, Çanakkale de akciğerleri, 1921 de karaciğeri nedeniyle hastalıklarla boğuşmaya başladı. Sakarya Savaşı esnasında 3 kaburga kemiği kırık olduğu halde muharebelerin başından ayrılmadı. Artık 1923 yılına girdiğimizde, henüz 42 yaşında, ağzında sağlıklı çok az diş kalmıştı. Dişlerine protez yapıldı. Cumhuriyet ilan edilmiş, konuşma yapacaktı. Ama protezlerine alışamamış, konuşamıyordu. Vatanına ve milletine duyduğu sevgi ile her zorluğu aşan o dahi Türk de bir Mustafa idi. Yetimdi ve Yüce Allah'ın milletimize bir armağanıydı.
O günleri Afet İnan şöyle anlatır;
Büyük Millet Meclisi, Cumhuriyet'i ilan ettikten sonra ilk Reisicumhurluğa Atatürk'ü seçti. Kendisini Meclise davet ettiler. O gün bir nutuk verecekti. Fakat tarihi günde nutukların en kısasını verdi. Atatürk, bunun sebebini Afet İnan'a şu şekilde anlatmış: "Tarihi hadiselerin cereyanı arasında, bazen fizyolojik arızalar, mühim rol oynarlar. Tabiat ya mani olur yahut yardım eder. Cumhuriyet'i ilan etmek lazımdı. Hadiselerin seyri bunu icap ettiriyordu. Mecliste münakaşalar cereyan ederken, beni davet ettiler. O heyecanlı celsede söz söylemek benim aradığım işti. Uzun söz söyleyemedim. Cumhurreisi seçildiğim zaman Mecliste söylediğim nutuk da, en kısa beyanatlarımdan biridir. Neden? Çünkü dişlerimi yeni çektirmiştim. Yeni yapılan dişlerim tecrübe devresinde idi. Söz söylemeye başladığım vakit, ya ıslık gibi bir ses çıkıyor, yahut da ağzımdan düşüyordu. Bu sırada yapılacak hiçbir çare yoktu.
Hayatını bir milletin tekrardan hür ve bağımsız yaşaması için harcadı. Kutsal değerlerimize, ırzımıza, camilere namahrem eli değmesin diye mücadele etti. Ne mal - mülk, ne servet, ne evlat derdi içinde olmadı. Hayatta en büyük mutluluğunu " Bir Türk olarak doğmaktır." diye ifade eden bu büyük lidere bir takım kişiliksiz adamlar çamur atıyormuş! Ardından beddualar gönderiyormuş! Ben o alçaklara üzülmem. Ben Türk çocuğuna bakarım!.. O ses çıkarmadan seyrediyor ise kahrolurum!..Çünkü, tarihine ve atalarına sahip çıkamayan milletler, yok olmaya mahkumdur!
Bu ülkede vatan ve milleti için hiç bir bedel ödemeden yaşamına devam eden binlerce insan var. Bunların bir kısmı da din adamı kisvesi altında bulunsa ve bölme, parçalama görevini icra etmeye devam etse şaşırır mıyız? Şeyh Sait gibi, F. Gülen gibileri milleti ne ile, nasıl uyuttular?
Uyan artık kıymetli kardeşim. Biz rahat nefes alalım diye hayatını seve seve feda eden şehit-gazi olmuş atalarının, kardeşlerinin kemiklerini sızlatma!
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.