ŞEYH SAİT DARBESİ (ŞUBAT-HAZİRAN 1925) (2)
28 Aralık 2023, Perşembe 09:14Ulu Önder M. Kemal Atatürk, milli mücadeleye yalnız Türk yurdunu yabancı düşmanlardan temizlemek gibi sınırlı bir gaye ile başlamamıştı. “Milli hakimiyete dayanan, kayıtsız şartsız müstakil yeni bir Türk Devleti tesis etmek” kararı ile başlayan süreç, Cumhuriyetin ilanı ve halifeliğin kaldırılmasından sonra çok daha yoğun mücadeleler ile geçecekti. Çünkü ''Tam Bağımsız Türkiye'' iradesi ile yürütülen süreç, büyük emperyalist güçlerin hiç birinin istemeyeceği bir durumdu. İngiltere, Fransa gibi dönemin emperyalistlerinin Osmanlı topraklarını paylaşmak için bulabildikleri en etkili yol hiç şüphe yoktur ki,
- Hıristiyan azınlıkların kışkırtılması ya da yeni azınlıkların yaratılması
- Müslüman ahali içine fitne sokulması ve isyan çıkartılması idi.
Bu yolla ne kadar etkili sonuç aldıklarını Osmanlı İmparatorluğu'nun son iki yüz yıllık dönemine bakarak görmemiz mümkündür. İşte o günlerin acı verici bütün olaylarını yaşayarak, dinleyerek öğrenen M.Kemal Atatürk; ''Bizi yanlış yola sevk eden habisler (kötü, alçak, soysuz), bilirsiniz ki çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.'' diyecektir.
Son ve en öldürücü darbeyi vuracakları planlarını bozduğumuz ''Milli Mücadele Dönemi'' sonrasında yaşanan ''Şeyh Sait Darbesi''ni iyi anlayabilmek içinde, o günlerin iç ve dış gelişmelerini de çok iyi bilmek zaruridir.
Musul, 1056 yılında Selçuklu Devleti'ne bağlanmıştır. Bu tarihten itibaren kesintisiz Türk idaresinde kalan Musul, 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada dahi elimizdedir. Ancak Sadrazam Ali İhsan Paşa, 08 Kasım tarihli telgrafı ile şehrin boşaltılması talîmâtını vermiş, 10 Kasım 1918'de, Padişah emriyle, yaklaşık 850 yıllık hakimiyetimizden sonra, Musul İngilizlere terk edilmiştir.
İngilizler'in Ocak 1921'de Musul kuzeyindeki Erbil ve Revanduz arasında bulunan ve Türkleri destekleyen aşiretlere saldırmaları üzerine M. Kemal Paşa, millî mücadelenin henüz kazanılmadığı, bir tek neferin bile çok kıymetli olduğu günlerde Revanduz bölgesine askerleri ile Yarbay Özdemir Bey'i göndermiştir. Özdemir Bey, kuvvetleriyle başlangıçta bölgede çok önemli başarılar elde etmiş ancak daha sonra İngilizlerin uçaklarla yaptığı bombardımanlarla zaiyat verilince çekilmek zorunda kalmıştır.
Kurtuluş Savaşı başarı ile sonuçlanır sonuçlanmaz, Musul'un kurtarılması için tekrar askerî tedbirlerin alınmasına başlanır. Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, 7 Eylül 1922 tarihli yazıyla El-Cezire Cephesi Kumandanlığından, Musul'a taarruz için gerekli hazırlıkların yapılmasını isteyecektir.
Musul meselesi, ilk olarak Lozan Konferansı'nın 23 Ocak 1923 tarihli oturumunda ele alınmıştır. İsmet Paşa, Türk tezini siyasî, tarihî, etnografik, coğrafî, ekonomik ve askerî açılardan geniş bir şekilde ilmî ve aklî delillere dayanmak suretiyle izah etmiştir. İsmet Paşa'nın bu konuşması incelendiğinde, Musul'un bir Türk toprağı olarak telakkî edilmesindeki gerekçelerin yanı sıra İngiltere'nin ortaya koymaya çalıştığı iddiaları da çürüttüğü görülür. Musul vilâyetinde yerleşik nüfus, 503.000 kişidir ve Türk-Kürt ayrımı yapılmaksızın çoğunluk Türk'tür. Anadolu'nun ayrılamaz bir parçasıdır.
Türk.....................................146.960
Kürt......................................263.830
Arap...................................... 43.210
GayriMüslim........................31.000
TOPLAM..............................503.000
İngiliz Heyeti'nin verdiği rakamlar ise şu şekildedir:
Türk................................... .65.895
Kürt...................................452.720
Arap..................................185.763
Hıristiyan...........................62.225
Yahudi................................16.865
TOPLAM...........................785.468
Önemli diğer bir konu da Musul vilâyetinin, Türkiye'nin birçok diğer parçaları gibi savaşın durmasından sonra ve yapılmış sözleşmelere aykırı olarak Türkiye'den alınmış olduğudur. Bu yüzden, aynı durumda kalmış öteki bölgeler gibi, Musul'un da Türkiye'ye verilmesi gerektiği ifade edilmiştir. İsmet Paşa'nın yeni bir çözüm yolu olarak bölgede "plebisit-halk oylaması" yapılması yönündeki teklifi de Lord Curzon tarafından kabul edilmemiştir. Gerekçe ise, ''Bölge halkının rey verme alışkanlığı yoktur. Bu konuda tecrübe sahibi olmadıklarından plebisitin amacını anlayamazlar.'' olmuştur. Koruduklarını ve haklarını savunduklarını iddia ettikleri bölge halkının adeta "cahiller topluluğu" olarak kabul ettiklerini göstermişlerdir.
24 Temmuz 1923'de Lozan Barış Antlaşması imza edildi. Antlaşma'nın üçüncü maddesinin ikinci paragrafında yer alan Musul konusundaki hüküm şu şekildeydi: "Türkiye ile Irak arasındaki sınır, işbu antlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak 9 aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Öngörülen süre içinde iki hükümet arasında bir antlaşmaya varılmazsa Musul meselesi Milletler Cemiyeti Meclisi'ne götürülecektir". Lozan Barış Antlaşması ile sonuca ulaştırılamayan Musul, Mübadele ve Osmanlı Borçlarının Taksimi gibi hayati öneme haiz meselelerin müzakereler yolu ile halledilmesinde olduğu gibi neticelendirilmeye çalışılacaktı. Mücadelenin aleyhimize neticelenmesi için de karşı taraf, her türlü emperyalist tedbirleri kullanmaktan çekinmiyordu. Musul meselesinin iki taraflı müzakerelerle halli için 1924’te İstanbul’da toplanan Türk-İngiliz konferansı netice vermemişti. İngiltere, bir taraftan Musul halkının Türkiye ile birleşmek istemediğini ispata uğraşırken, diğer taraftan Türkiye dahilindeki gayri memnun halk zümrelerini kışkırtıp, tüm dünyaya ''Türkiye’yi kendi iç bünyesinde istikrarını dahi bulamamış bir memlekettir.'' şeklinde propaganda yapıyordu. Milli hudutları içinde “Türkten gayri” sayılmak istenilen Kürtlerin ''istiklal peşinde koştuğu'' tüm dünyaya gösterilebilirse, Musul Kürtlerini de bu memleketin idaresi altına koymak, milletler cemiyetinde elbette doğru görülmeyecekti. İngiltere, Türkiye’yi içeriden karıştırmaktan bir dakika bile geri durmuyordu. Maalesef ki, İngiltere’nin bu politikasında muvaffak olduğunu da görecektik. Çünkü o günlerde iç politik durumda hiç iyi değildi. 1924 Türkiye’si “kaynayan kazan” durumundaydı. Milli mücadelenin başlangıcında Atatürk’le yan yana iç ve dış düşmanlara karşı savaşmış, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy gibi devlet büyükleri, devrimler ilerledikçe türlü sebeplerle Atatürk’ün saflarından ayrılıyor ve muhalefete geçiyorlardı. 01 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular. Yeni partinin teşkilatı, Türkiye’nin hemen her tarafında, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına, dolayısıyla onların fikir ve düşüncelerine muhalif ne kadar padişahçı, şeriatçı, menfaatine düşkün insanlar varsa onların eline geçiverdi. Bilhassa saltanat ve hilafet taraftarları ile Kürt istiklali gayesini güdenler, genç cumhuriyeti yıkmak için başlıca kuvveti teşkil ediyor, diğer zümreler bunlar tarafından istismar edilerek perde gibi kullanılıyordu. Partinin propagandası dini hassasiyetlere ve İstiklal Harbinde ün kazanmış parti yöneticilerinin şahsiyetlerine dayanıyordu. Ayrıca, İstanbul’da belirli bir basın zümresi de Cumhuriyete karşıt fikirleri ile harekete geçmiş bulunuyordu.
M. Kemal Atatürk, 01 Ocak'ta trenle çıktığı inceleme gezisinden 02 Şubat 1925'de dönmüştü. Aldığı bilgiler can sıkıcıydı.
''Yeni kurulan partinin sözcülüğünü edenler, halkı Cumhuriyet karşıtı söylentiler ile zehirlemeye başlamışlar. Milletin emeğini ve kurtuluş ümidimizi boşa çıkarmak istiyorlar. Ayrıca hiç utanmadan dinsiz olduğumuzu, camileri yıkacağımızı, Kur'an-ı yasaklayacağımızı söylüyorlarmış. Ali Fuat Paşa'yı bilgilendirin. Din tüccarlarına, yobazlara, üfürükçülere yüz vermesinler. Oy uğruna dini siyasete alet edenlere göz yummasınlar. Partilerini paravan olarak kullananlara karşı kesin önlem alsınlar. Yobazlık, iyi niyetle bile okşanmaya gelmez, azar!'' dedi.
Cevap olarak; ''Biz partimize tamamen hakimiz. Doğu'da ve Batı'da kaygı duyulacak hiç bir olay, sorun yoktur. Gazi Paşa'yı yanıltıyorlar.'' denilmişti.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası içinde ''Kürt İstiklal Hareketi'' düşüncesinde olanlar, Birinci Dünya Harbi’nden sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ile başlayan süreçte güç kazanmış kimselerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması için gayret eden emperyalistler, Anadolu’da bir Ermeni devleti kurulması fikrinde zaten uzlaşmışlardı. Bu süreçten faydalanmak isteyen bazı siyasi Kürtçülerde istiklal peşine düştüler. Bu gayeye hizmet için Seyit ve Şeyh olarak anılan Vanlı Abdülkadir tarafından kurulmuş olan “Kürt Teali Cemiyeti”ne dört elle sarıldılar. Birliğin merkezi İstanbul’da, şubeleri bilhassa Diyarbakır, Elazığ ve Bitlis vilayetlerinde bulunuyordu. Cemiyetin gayesi ''İngiltere mandası'' altında müstakil bir Kürt devleti kurmaktı. Komiteye Hınıs’ta oturan Şeyh Sait ve ailesi de dahil edilmişti.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.